Attila Gökçe

Attila Gökçe

agokce@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Evet, onu okuyan da biliyor, okumayan da! Çünkü yıllar önce Türkçe’ye çevrilerek yayınlanan “Futbol asla sadece futbol değildir ” kitabı o kadar popüler oldu ki, futbolu seven sevmeyen, kitabı okuyan okumayan herkes sadece kitabın adını tekrarlayarak bilgelik (!) yapmaya, felsefe pazarlamaya, sohbetlerine ve tezlerine derinlik katmaya çalıştı.
Sonunda Simon Kuper’in adı da yazdığı kitabın önüne geçti, hiç hesaplamadığı biçimde sanki özlü bir söz söylemiş bir filozof gibi algılandı.
Simon Kuper, gazeteci... Dünyayı dolaşarak futbol izlenimleri yazıyor. Bilimsel bir kaygıyla, ekonominin, sosyolojinin, tarihin yeşil çimlerdeki izdüşümlerini görmeye çalışıyor. Elbet, arada duyarlı ve araştırıcı kimliğinden dolayı felsefe yaptığı da oluyor. Şahsen o alana girdiği zaman, daha da keyifle okuyorum.
Simon Kuper’i hayatımıza sokan adam sevgili dostum Yiğiter Uluğ’dur. Kitabı orijinalinden “Against the enemy” okudu, 1996’da editör arkadaşı Serpil Demirtaş’ı ikna ederek bir futbol kitabının da bu ülkede satılıp okunabileceğini anlattı.
Kitap bildiğimiz uzun adıyla (iyi ki öyle olmuş) yayınlandı ve sattı. Yeni baskıları yapıldı.
Kuper’in ikinci dünya savaşı yıllarında yaşanan olaylara dayanarak yazdığı Ajax ve Musevi sporcularla ilgili bir başka kitabı da yayınlandı Türkiye’de.
Futbolun Şifreleri, Simon Kuper’in İstanbul’da tanıştığı araştırmacı ekonomist Stefan Szymanski ile birlikte yazdığı yeni kitabının adı...
Almanya ve Brezilya kazanırken İngiltere neden hep kaybeder?
Gelecekte neden Türkiye, Avustralya, Japonya, ABD ve hatta Irak futbolun kralı olabilirler?
Guus Hiddink’in “küçük egosu” nedir?
Bursaspor ve Twente küçük bütçeleriyle zengin kulüplerin elinden şampiyonluğu neden aldılar.
Sanayi kentlerinin göçmen nüfus çeşitliliğiyle futbolda başarılı olmasına karşılık Paris, Ankara gibi yerleşik başkent takımlarının şampiyon çıkaramamasının ardındaki sır ne ?
İstatistikler, ekonomik veriler futbola bakarken farkında olmadığımız öyle gerçekleri göz önüne getiriyor ki şaşmamak elde değil!
Örneğin Euro 2008’de yarı final oynayan üç ülkenin, İspanya, Rusya ve Türkiye’nin Avrupa’nın en büyük nüfusuna sahip üç ülkesi olması bir rastlantı mıdır?
Özetle “Futbolun Şifreleri” çok iyi bir kitap. Okumanızı öneririm. Simon Kuper, Stefan Szymanski’nin değerli eserini Türkçe’ye kazandıran İthaki yayınlarına , çeviriyi yapan Elif Nihan Akbaş’a içtenlikle teşekkürler!


Bravo Şenol Hoca!
Can Karyağdı, Trabzonspor’un sezon hazırlık kampından haberler veriyor.
Biri dikkatimi çekti :
“... Bu arada Fatih Bozkır da psikolojik danışmanlık yapmak üzere kampa katıldı. Psikolog Fatih Bozkır, kamp süresince futbolculara yardımcı olacak.”
Haberden çok etkilendim...
2002’yi hatırladım. 48 yıl aradan sonra Türkiye ikinci kez Dünya Kupası’na katılırken, Prof.Dr.Turgay Biçer de ekipte yer almıştı... Ancak bir direnişle karşılaştı... Futbolcularla doğrudan iletişimi engellendi. Biçer, Şenol Hoca ve yardımcılarına bilimsel önerilerini sunacak, onlar da bu mesajları futbolculara aktaracaktı...
Lig TV’de Can’ı dinlerken bu olayı özetledikten sonra “Demek ki güneşin doğduğu sakin sabahlar ülkesine (G.Kore) gidince Hoca’nın dünya görüşü de değişmiş... Şimdi kampa psikolog çağırıp bilimin gereğini yerine getiriyor. Buna çok memnun oldum!” dedim.
Öğleden sonra unuttuğum ayrıntıları hatırlattı Turgay Hocam : “Direkt iletişime başlangıçta karşı çıkan Milli Takımlar Menaceri Can Çobanoğlu’ydu. Şenol Hoca değil... Ancak iki gün içinde birbirimizi doğru olarak anladık ve ben futbolcularla doğrudan iletişim sağlayabildim. Hatta sonrasında Can Çobanoğlu ile birlikte Denizlispor’da da birlikte görev alıp çok değerli çalışmalar yaptık!”
Bu ayrıntıları da hatırladıktan sonra memnuniyetim katlandı... Şenol Güneş, zaten öğretmenlik eğitimi de almıştı, bilime yakın ve sıcak duruşuyla fark yaratıyordu.
Gelelim Yattara’ya kaptanlık verilmesine...
İlkokulun ilk yıllarında sınıfın en yaramaz öğrencilerinden biri de bendim... Bir gün Birsen Öğretmen yanına çağırdı beni... Korkarak gittim. “Artık bu sınıfın mümessili sensin!” dedi. Sorumluluklarımı, ödevlerimi anlattı... Mümessilik işi hoşuma gitmişti... Öğretmenim de yaramazlığımı değil, akıllı uslu öğrenciliğimi dile getiriyordu artık. Ertesi yıl bir başka arkadaşım mümessil oldu. Galiba o da seçilmiş yaramazlardan biriydi.
Yattara’ya kaptanlık verilmesi, bence yararlı bir karardır... Hem Yattara’yı motive etmek, hem de taraftarın çok sevdiği oyuncuyu ödüllendirmek... Bir de eski yaramazlıklarını tekrarlamazsa, bravo Şenol Hoca!

Guus Hiddink “sahte” mi dedi ?
“Schade, dass Özil sich für den falschen Pass entschieden hat. ”
Milli Takım Teknik Direktörü Guus Hiddink, şu sıralar Hollanda’da, Dünya Kupası maçlarını yayınlayan devlet televizyonunda maçları yorumluyor. Bu arada kişisel görüşlerini de merak ediyor gazeteler. Alman Sport Bild’in Mesut Özil ile ilgili sorularını yanıtlarken, aynen girişteki Almanca sözlerle başlıyor... Bu sözlerin tam tercümesi şu : “Özil ne yazık ki yanlış pasaportu tercih etti.” Hollandalı Hoca devam ediyor : “Böyle bir oyuncunun takımımda (Türkiye) oynamasını isterdim. Onun gibi oyuncular Almanya’nın oyun kültürünü değiştirdi ve daha keyifli hale getirdi”
Bu çok masum ifadeler, kazaya uğrayınca kıyamet koptu.
Sadece Milliyet’te değil, İtalyan Tuttosport ve İspanyol As gazetelerinde de “sahte pasaport” deyimi yer aldı. Oysa Hiddink sadece “yanlış” pasaport (Almanya) tercihinden söz ederken, Almanca’nın hışmına uğramıştı... Falschen sözcüğü Almanca’da hem yanlış, hem de sahte anlamına geliyordu...
TFF Milli Takım İletişim Direktörlüğü, dün hem İtalyanca, hem de İspanyolca’ya çalışarak (!) Hiddink’in meramını anlatmaya gayret etti. Umarım başarmışlardır!


Devrekli Mesut
Cemal Ersen, geçen hafta sonu Mesut Özil’in bilinmeyen öyküsünü anlattı... Zonguldak Devrekli madenci baba Mustafa Özil’in ekmeğini ararken yolunun Almanya’ya düştüğünü... Orada oğlu Mesut’un dünyaya geldiğini ve futbolda bildiğimiz Özil öyküsünün yazılmaya başlandığını.
Bu arada Mesut’un baba ocağı Devrek’e olan ilgisini ve yardımlarını da Cemal’in yazısından öğrendik.
Bu öyküyü okuyunca, şöyle bir düşündüm...
İyi ki Almanya’ya gitmiş Mustafa Özil... Mesut iyi ki orada doğmuş.
Baba Devrek’de kalsaydı.. Mesut da Devrek’de doğsaydı...
Olasıdır ki Mesut da baba mesleğini seçecek...
Maden ocağında derin karanlıklara ya da karanlık derinliklere inecek...
Belki de günün birinde oradan çıkamayacaktı.
Malum ya, kazalar ve can kayıpları büyüklerimiz tarafından hâlâ “madenciliğin kaderi” olarak algılanıyor bu ülkede!
(Tüm maden emekçilerine saygıyla)