John Kenneth Galbraith’tan okumuştum : “İsviçre demokrasisi, partilerin ya da liderlerin demokrasisi değildir. Sorunların ve çözümlerin oylandığı bir demokrasidir bu!” Sonra da belediye otobüsünde gözünün ısırdığı bir yolcunun, Bern’de büyükelçilik yaptığı dönemin cumhurbaşkanı olduğunu anlatır...
Sadece bize değil, batı toplumundaki insanlara da örnek gösterilen İsviçre demokrasisi, geçen hafta kötü bir sınav verdi.
Halkın çoğunluğu, İsviçre’de kurulacak camilere minare yapılmasına karşı çıktı.
Papalığı bile inanç özgürlüğü konusunda galeyana getiren bu karar, elbette dünyada İslam’a bakışın olumsuz yönde geliştiğine bir örnek olarak gösterilebilir.
Müslümanlar, kendi inançlarının kutsal sesini artık duyuramayacaklar İsviçre’de. Bu hoyrat, anlayışsız ve fesat düşünce akımının temeldeki ırkçılık ve yabancı karşıtlığı sorunlarıyla birlikte Avrupa’nın öteki ülkelerine de yayılabileceğini düşünüyorum. Kaygılanıyorum.
İslam ve futbol da bu yıl beklenmedik biçimde mesafeli ve uzak kaldılar birbirlerine...
Güney Afrika’da düzenlenecek 2010 Dünya Kupası’nda sadece Cezayir temsil edecek Müslüman dünyasını...
En başta Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır, İran, Irak, Katar, Kuveyt bu anlamda müthiş bir boşluk bırakarak ıskaladılar Dünya Kupası’nı.
Gerçi Nijerya, Gana gibi ülkelerde küçümsenmeyecek ölçüde Müslüman nüfus yaşıyor... Ama onların tam bir İslam ülkesi olmadığı da gerçek.
Avrupa’daki üst düzey rekabet ortamında mücadele eden bir çok Müslüman oyuncu var. Ama Dünya Kupası’nda ülkelerini temsil olanakları yok. Öte yandan Mesut Özil (Almanya) Anelka (Fransa) gibi Müslüman oyuncuların formasını giyeceği takımlar da İslam ülkesi takımları değil.
Kısacası, İslamiyeti temsil gibi bir misyonları olmamakla birlikte, sadece bireysel anlamda kendilerini temsil edecekler.
Büyük bir kültür ve inanç topluluğunun resmi temsilcisi olarak sadece Cezayir’i göreceğiz.
Oysa inanılmaz hayal projelere milyarlarca dolarlık yatırım yaparak cenneti yeryüzünde inşa etmek gibi dev iddialarla iflasın eşiğine gelen irili ufaklı tüm İslam ülkeleri, futbola daha az parayla daha akıllı yatırımlar yaparak Güney Afrika’ya ulaşabilirlerdi.
Endüstriyel futbol liglerinde kulüplere ortak olmak, yatırım yapmak, emekliliği gelmiş oyunculara milyonlarca dolarlık son vole fırsatları tanıyıp fil mezarlığı ligini organize etmek, maalesef geçerli evrensel bir başarıya yetmedi.
Bir başka boyut, İslam ülkeleri ile demokrasi arasındaki mesafe...
En örnek gösterilen bizim demokrasimiz dahi, AB’den sürekli uyarı ve kırık not almıyor mu ? Yine de bizim demokrasimizi bile hayal edemeyen İslam ülkeleri var. Çoğu da huzursuz... Afganistan, Irak, Pakistan ve İran halkları, birbirlerinden farklı sorunlarla çok ağır, kanlı, gergin ve baskı altında mutsuz bir yaşam sürüyor.
Bu mutsuzluktan futbol başarısı çıkarmak da o kadar kolay değil!
Bu arada bir çok İslam ülkesini büyüleyen futbol, güncel sorunların sosyolojik etkisiyle gündemin gerilerine itilmiş durumda.
İslam gençleri artık futbol hayranlığı ya da futbol rekabetinin taraflarından biri olarak hayatlarının içini dolduramadıklarına inanıyorlar. Var olan enerjilerinin ve dikkatlerinin siyasete, demokrasi taleplerine ve insan haklarına kaydığını, orada yoğunlaştığını ileri sürenler var. Böyle ise, futbola biraz ara vermek onlar için yararlı olabilir.
Ama bizim için kesin bir başarısızlık var : Güney Afrika’ya gidemeyerek, yeryüzündeki yüz milyonlarca Müslüman kardeşimizi öksüz bıraktık. Atacağımız gollere, kazanacağımız maçlara bizden daha çok sevineceklerdi, inanın!
Şimdi dünya futbol haritasına bakıyorum ve Yunanistan’dan Kore’ye kadar Güney Afrika bileti alabilen tek Müslüman ülkesi göremiyorum...
Dünya Kupası’nda Cezayir’le cami var sayılabilir.
Ne yazık ki minare ( Dünya Kupası’ndaki en başarılı İslam Ülkesi Türkiye) ve cemaat ( İslam ülkeleri) orada olmayacak! Yazık!
İşte böyle
Vayy Koç’um!
Hürriyet Spor’da yeni bir arkadaş var : Kaan Koç. Belli ki futbolu çok seviyor. Satır aralarından entelektüel ışıklar veriyor zaman zaman... Yaptığı yorumlar, beni bazen güldürüyor, bazen düşündürüyor.
Bu genç arkadaşa kızamıyorum. Onu anlamaya çalışıyorum...
Galiba taraftar damarı oldukça kalın ve kanı da olabildiğince koyu.
Pazar günü Fenerbahçe Kasımpaşa (1-3 ) maçıyla ilgili yazısını okudum...
Yaptığı (yapmadığı) analizlere bir şey demeyeceğim...
Ama Kasımpaşa’nın galibiyetini Yılmaz Vural’ın “antifutbol” taktikleriyle açıklaması, beni rahatsız etti.
Kendi adıma son on yıl içinde, bir takımın bu kadar iyi niyetle, oyunun gereğini yaparak, yardımlaşarak, yoğun bir dikkat ve rakibe duyduğu saygı ile güzel şeyler yapabildiğini çok az gördüm. Kasımpaşa’nın oynadığı futbola “antifutbol” tanımlaması yapmak, insafla bağdaşmıyor pek.
Antifutbol iddiası için olması gereken ilk unsur futboldur....
Karşı takım (Fenerbahçe) futbol oynayacak ki, rakibi de (kötü ve yanlış bir yol seçerse) antifutbol oynasın.
Oysa Fenerbahçe’nin oyunu “nonfutbol”du.
Futbolun doğru tanımlamalarından hiçbiriyle açıklanamazdı.
Nonfutbolun karşıtı da futboldur sadece...
Antifutbol değil!
Tamam mı Koç’um!
Potada dağınıklık
Abdi İpekçi Spor Salonu, geçici olarak kapalı havuza dönüştü.
Avrupa Kısa Kulvar Yüzme Şampiyonası, 10-13 Aralık tarihlerinde Abdi İpekçi’de yapılacak.
Başka bir deyişle Abdi İpekçi, en az 6 hafta süreyle basketbola kapalı.
Euroleague’deki iki temsilcimiz, Efes Pilsen’le Fenerbahçe iç saha maçlarını Abdi İpekçi’de oynuyorlardı.
Havuza dönüş sürecinde bu maçları 3000 kişilik Ayhan Şahenk Spor Salonu’nda oynayacaklar. Oysa FİBA Avrupa kurallarına göre bu maçların en az 5 bin kişilik salonlarda oynanması gerekiyordu. Adamlar iyiniyet ve anlayış göstererek ses çıkarmadılar ama...
Bizim iki kulübümüz, maşallah (!) pek bir vizyon sahibi oldukları için bu kolay yola başvurdular.
Oysa Kayseri ve İzmir’de oynayabilir, oradaki basketbolseverleri sevindirebilirlerdi.
Malum, 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası ülkemizde düzenlenecek ve Kayseri ile İzmir’de de maçlar oynanacak. İki kulübümüz ve federasyon, böyle bir ısınma (hazırlık) fırsatını bu illere vermediler.
Basketbolumuzda bir akıl dağınıklığı var... Dünya Şampiyonası’na şunun şurasında bir yıldan çok az zaman kaldı, toparlanmak gerek!
Ne demiş, ne demiş?
Kulüpteki geleneksel bayramlaşma toplantısında görev yapan foto muhabirlerine sinirlenip “Patronlarınızı eğitemedim, sizleri eğiteceğim... Yeter artık resim çekmeyin” demiş.
Bayramlaşmalar, büyüğün küçüğe, ev sahibinin konuğa sevgi ve şefkat göstereceği toplantılardır.
Ama galiba ev sahibimiz, yeterince eğitilememiş. Bu sosyal gelenekten nasibini alamamış.
Patronlarımızı eğitmek, onu aşar biraz.
Bazı genel yayın yönetmenlerini eğitip eğitmediğini bilemem de, onlarla haddinden fazla sıkı fıkı ve laubali hallerinin bir yozlaşmaya yol açtığı kesindir.
Ben kendi adıma medya olarak başkanı yeterince eğitemediğimizi düşünüyorum. Zaten böyle bir mecburiyetimiz yok da, eleştirilerden pay çıkarabilirdi mesela. Neyse, bir boy aynasının karşısına geçip eğitim düzeyini kendi kendine sorsun sevgili başkan...
Gelelim, Hırvat bayan voleybolcusuna Türkçe öğrenmediği için attığı fırçaya...
Alex kaç yıldır ülkemizde... Aynı soruyu ona sorun Sayın Başkan... Bir basın toplantısında da onun ağzından dinleyelim Türkçe mesajları.
Buldunuz gariban kızı, yükleniyorsunuz.
Hem de bayram gününde.