Denizli’nin hayalleri var, vizyonu var, inancı var. Ama Beşiktaşlı futbolcular duymuyor, anlamıyor, durumu kavrayamıyor.
Bir de şansından söz ederiz Mustafa Denizli’nin...
Onun kadar şanssız ve talihsiz, kadersiz ve kısmetsiz adam var mıydı dün gece?
Sanırım yoktu.
Çünkü Beşiktaş takımı yoktu ortada.
Sakatlar, evde iyileşme sürecini geçirenler, eldekiler, sahadakiler ve kulübedekiler...
Acaip, birbiriyle uyuşmayan, birbirini tanımayan üç pası üst üste yapamayan bir acemiler mangasını yönetiyordu Hoca... Yönetmeye çalışıyor, yönetemiyor, anlatmaya çalışıyor, dinletemiyordu.
Ne iki Rodrigo’dan (Tabata ve Tello) bir konçerto çıkıyordu, ne de Bobo ve Nobre’den bir şut.
Taraftarın sevgisi ile öfkesi arasına sıkışmış Rüştü de yoktu.
Hakan Arıkan, Misimovic’in uzaktan şutunda gafil avlandı. Ama kalesini boşaltıp bir ikinci gol yedi ki evlere şenlik!
Ernst de yoktu. İlk golü de o nedenle yedikleri, o boşlukta adamı boş bırakmalarından anlaşıldı.
Denizli’nin hayalleri var, vizyonu var, inancı var. Ama Beşiktaşlı futbolcular duymuyor, anlamıyor, durumu kavrayamıyor.
Beşiktaş Şampiyonlar Ligi’ni taşıyamıyor.
Serdar Özkan, Fink, Tabata... Ne kadar meraklılar uzak köşeye vurmaya! Açı, mesafe, vuruş şiddeti, hücum derinliği demeden vuruyorlar. Top auta gidiyor. Bobo’da hiçbir hamle yok. Kale ağzından geçip korner bayrağı ile kale direği arasından uçup giden topu kovalayan yok.
Beşiktaş, her hattında arızalı. Savunması arızalı. Orta alanı dağınık... Hücumcular şaşkın. Forvetler bezgin...
Beşiktaş kayıp...
Golleri seyrediyorlar sadece...
Ne kadar ayıp!
Liyakat ve aidiyet
Bu gündeme girmeye pek niyetim yoktu.
Kendimce doğru yanlış saptamalarım olduğunda zaten taze taze görüşlerimi dile getirebiliyordum (Lig TV /Günaydın Futbol).
Fakat mesele giderek dallanıp budaklanmaya, dikenli uzantılar vermeye başladı. Herkes bir ucundan tutarak aklından geçeni, içinden geleni söylemeye, yazmaya başladı.
Fotoğrafın tamamına bakmayı (bilerek ya da bilmeyerek) ihmal ettiler.
Belki benim gördüğüm fotoğraf da yetersizdir. Kendimce kötü bir kadraj yapmış olabilirim ama...
Meseleye daha geniş açıdan bakmaya karar verdim.
Konu, beklediğiniz gibi Ercan Saatçi’nin adı etrafında yoğunlaşıyor.
Ercan Saatçi, bir müzik adamı... Endüstriyel dünyaya ayak uydurmuş, o nedenle “yaratım” aşamasından “üretim” moduna geçmiş bir pop müzik mensubu...
Şahsen pek meraklı olmadığım bu alanda aklımda kalan bir şarkısı var yine de :
“Sarı mavi, yeşil meşil fark etmez... Aynı yolun yolcusuyuz biiz” diye sürüp giden bir şarkıydı.
Koyu Fenerbahçe taraftarı bir pop sanatçısından futbolda renklerin kardeşliğini çağrıştıran bu şarkı, arka planda vokal yapan Oğuz Çetin gibi kulak fukarası futbolcularla beni çok etkiliyordu. Doksanlı yılların başıydı sanırım... O kadar etkilendim ki Ercan Saatçi’yi “Fair Play” ödülüne aday gösterdim. TMOK’ta fair play kavramını eze büze değerlendiren büyüğümüz (!) hiç kale almadı bu önerimi (canı sağolsun)!
Neyse...
Zaman çabuk geçiyor. Köprülerin altından çok sular akıp denize, okyanusa ulaştı, buharlaştı...
Ercan Saatçi, sırf futbolu ve Fenerbahçe’yi sevdiği için yazar oldu. Sadece Fenerbahçe’nin bakıldığı, sadece Fenerbahçe’nin tartıldığı, sadece Fenerbahçeli futbolcuların kürsüye çıkarıldığı yazılar yazmaya başladı...
Kimse itiraz etmedi!
O tek taraflı, yarım porsiyonluk maç analizleri, bilgisini de sezgilerini ve tespitlerini de alıp götürüyordu. Ama maalesef taraftar yazarlığın gün geçtikçe yayılıp kitleler önünde kulüp misyonuna dönüştüğü günlerdeydik... Birileri bu işi üstleniyor, kendi yıldızını parlatmaya çalışıyordu. Taraftar kimliğiyle yazıp çizenlerin içinde naif ve ilkeli, hoşgörülü ve vizyon sahibi insanlar da vardı, Ercan Saatçi de !
Bu duruma kimse itiraz etmedi.
Bugün Ercan Saatçi, künyesinde Esat Yılmaer olarak bildiğimiz Hürriyet Spor Servisi Müdürü olarak tanıtılıyor medyada... Kimi yerde koordinatörlük yaptığı yazılıyor.
Ercan Saatçi’nin etkisiyle Hürriyet’te gözle görülür bazı değişiklikler oldu. Artık yazı yazması istenmeyen Korkut Göze, İlhan Söyler, Meriç Enercan’la yollar ayrıldı. Yücel Telören’in sayfa sekreterliği (mizanpaj) dönemi sona erdirildi. Haber ve yorumlarda ilgi çekici magazin ağırlıklı renkli içerikler zenginleşti.
Arada nasıl yapıldığı tartışma konusu bir Bünyamin Gezer haber/röportajı var.
Maalesef gerçek bu...
İzlemeye devam ediyoruz.
Bazı spor yazarı arkadaşlar, Ercan Saatçi’nin böyle bir statüye yükselmesini elbette yadırgıyorlar.
Oysa yanıldıkları bir şey var : Türkiye bir “know how” ülkesi değil. Ama kesinlikle bir “Know who” ülkesi.
Türkçesi, bilgi toplumu değiliz... O nedenle liyakatin önemi yok. Ama kim olduğun, kime yakın olduğun önemli.
Ercan Saatçi’nin pozisyonu, buna iyi bir örnek. Spor gazeteciliğinin artık hiç önemsenip ciddiye alınmadığı bir ülkede taraftarlık aidiyeti, hiç muhabirlik, editörlük, röportajcılık yapmasan da seni bir yerlere getirip iktidar koltuğuna oturtabilir.
Maalesef gerçek budur.
O nedenle Ercan Saatçi’nin göreve gelmesine Galatasaray’dan yükselen itiraz seslerinden önce ben meslektaşlarımın sesini duymak isterdim. Cem Kurel, Turgay Demir ve Coşkun Türk itiraz ettiler sadece. Fenerbahçe şampiyon olduğunda stattaki kutlamalarda rol üstlenip Galatasaray’a göndermeli slogan attıran arkadaşımız, şimdi medyada bizim aramıza katıldı.
Bu keskin ve hızlı yükselişe itiraz eden Galatasaray yöneticilerine bir müdür arkadaşımız şöyle soruyor : “Siz Galatasaray’ın problemleriyle uğraşmak yerine kendi medyanızı mı dizayn etmeye kalkıyorsunuz ? ”
Şimdi şu soruyu da sormak gerekmez mi : Acaba Fenerbahçe de kendi medyasını mı dizayn etti de Galatasaray bundan rahatsız oldu ?
...Ve asıl soru : Hangisi bizi dizayn ediyor ?
Taraftarlık aidiyeti mi, yoksa gazetecilik liyakati mi ?
Ercan’ın hakkı
Hepimiz gibi Ercan Saatçi’nin de kendi özel yaşamını, o yaşamın sınırlarını savunmak, mahremiyetine sahip çıkmak hakkı vardır.
Doğru ya da yanlış. O mahremiyete saygı göstermeliyiz.
Ercan Saatçi ile bir melek gibi görüp sevdiğim Metin Özülkü’nün kendi aralarındaki “mahalle çocuğu” geyikleri, üç yıl aradan sonra önümüze çıkarılıp servise konuldu.
Bu işi beceren arkadaş (!) da büyük bir olasılıkla medya mensubu.
Oradaki konuşmaları kamuoyuna taşıyıp bundan öfke, tepki, protesto ve hır gür çıkardığı için mutlu mudur acaba ?
Ben sıkılıyorum.
Birkaç ay önce de Arda’nın kız arkadaşıyla bir evde çekilmiş masum fotoğraflar yayınlanmıştı internet sitelerinde.
Ercan Saatçi de Arda Turan da mahremiyet haklarına karşı açık saldırıya uğradılar. Hele Metin Özülkü, bu olayın en günahsız kurbanı oldu.
Şu teknolojiye bakın...
Sovyetler Birliği’ni dağıttı, utanç duvarını bir günde yıktı.
Ama bir yandan da utanç kuleleri inşa ediyor. Yazık.
Bu arada Sayın Mehmet Helvacıoğlu’na bir öneri :
Ercan Saatçi’yi, kınayabilirsiniz... Metin Özülkü’ye kızabilirsiniz...
İtiraz etmem.
Ama dava açmak...
Biraz abartı, biraz fırsattan vazife çıkarmak, biraz da taraftara selam çakmaksa...
Adamlar özür diledi...
Hayır! Uzatmayın, bitsin!
Volkan Demirel (Aşkı da kendi de 1 numara!)
Çok kargaşalı, çatışmalı ve kavgalı bir portre sundu bize...
Benzin buharı gibi tek kıvılcımda tutuşup patlayacak bir reaksiyon bombası...
Ama yıllar geçtikçe olumsuzdan olumluya sıçradı.
Sakin, kararlı ve onurlu bir sporcu modeline dönüştü.
Türkiye gibi herkesin provokasyonla çıngar çıkardığı bir ülkede dolduruşlardan kaçmaya başladı.
Kulübüyle pazarlık masasına otururken sessiz, saygılı ama hakkını da talep eden ağır başlı bir tutum sergiledi.
Menaceri Erdinç Şehit’i sadece sözleşme ve pazarlık mühendisi olarak değil, bir yaşam koçu, ağabey ve dost olarak kabul etti.
Sözleşmesini istediği rakamla, hiç sorun çıkarmadan sürtüşmeden, kulübüne bağlılığını ve saygısını göstererek imzaladı.
Daum’un kaleci arayışlarına suskun bir isyanla sadece çalışarak, yine çalışarak ve yine çalışarak yanıt verdi.
Kendi kalesini yeniden fethetti.
Tartışmasız 1 numara o!
1 numaranın aşkı da kendine göre...
Zeynep Sever...
Kızımız, Belçika güzeli... Sadece güzel değil, akıllı bir kız. Kim bilir, belki bu başarıya dönüşümde Erdinç Şehit’le birlikte onun da ortak katkıları vardır, sanıyorum.
Mutlu adamın hali başka oluyor. Konuşmaları da akıllı tespitlere dayanıyor. Takımının geriye yaslanıp oynamasını samimiyetle eleştirebiliyor.
Volkan Demirel geçenlerde yaş günü için arkadaşlarıyla özel bir kutlama gecesi, düzenledi... Bizim arkadaşlar, telaş ve heyecanla Alex ve arkadaşlarını görüntülerken, bir köşede oturan sakin ve mahcup delikanlıyı unuttular.
O delikanlı İsmail Köybaşı idi... Beşiktaşlı İsmail!..
Volkan Demirel, kalesini kapatıyor ama, kalbini tüm dostlarına açıyordu.
Alkışlar sana Volkan!
Hem eldivenli başarın, hem de insanlık merdivenindeki tırmanışın için!
Arkadaşım Senih hoca
Senih Tongsir, biz cahilleri kendi haline bırakıp aramızdan (başımızdan demeliyim) ayrıldı.
Oğuz Tongsir’e hep takılırdım. Sen arkadaşım değilsin, arkadaşımın oğlusun...
Benim arkadaşım Senih Tongsir 93 yaşındaydı. Son görüşmemizde Atatürk’ün kendisine Bizans tarihi üzerine çalışmasını öğütlediğini anlatmıştı. O tarihin her alanında yetkin, Bizans Tarihi konusunda tartışılmaz bir uzmandı. O görüşmede Roger Crowley’in “Büyük Kuşatma” kitabını tartıştık. O günkü Bizans’ın darmadağınıklığını anlattı bize... Sonra Bizans Kültürü’nden bize kalan hayat tarzlarını... İstanbul’un Fethi’nden sonra Fatih’in hoşgörüsünü neden sadece Papaz Kritovulos’un hak ettiğini, ötekilerin kılıçtan geçirildiğini ya da sürgüne gönderildiğini bir bir sıraladı.
Bir hazineydi... Meraksız, sorgusuz, sualsiz toplumumuza inatla bir şeyler öğreterek hayatını sürdürdü.
İşi zor ve uzun sürdü. Ama onuruyla, bilgisiyle saygıdeğer bir yorgunlukla dersi bitirdi.
Rahat uyu Senih hocam...