2010 Dünya Basketbol Şampiyonası’nın dün yapılan kura çekimi, dünya barışı açısından yepyeni bir fırsat sundu insanoğluna.
ABD ile İran, 6 takımdan oluşan B Grubu’nda buluştular...
Nükleer enerjinin silaha mı, yoksa elektrik santrallarına mı yöneleceğine henüz karar veremeyen İran ile dünya jandarmalığına soyunup yandaşlarıyla birlikte tehditler savuran Amerika, yıllardır çatışıp duruyorlar...
Bu çatışmaların tansiyonu zaman zaman yükseliyor, savaş olasılıkları tartışılıyor.
Bir yandan Ahmedinejad, bir yandan Obama birbirlerine meydan okuyorlar.
Basketbol Dünya Şampiyonası, bu iki huysuz (!) ülkeyi, 1 Eylül 2009 günü potanın altında buluşturacak.
1 Eylül, biliyorsunuz insanlık tarihindeki en büyük savaşın (II. Dünya Savaşı) başladığı gün. 1939’da Nazi Almanyası’nın askerleri Hitler’in emriyle sınırı aşarak Polonya’yı işgal etmiş, altı yıl süren savaş, 52 milyon ölü, yüzbinlerce yaralı, moloz yığınına dönen kentlerle tarihin en kanlı sayfalarına yazılmıştı.
Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak kutluyor... Eski savaş anılarının yerine, barışı ve umudu koymak üzere tüm insanlık alemi de 21 Eylül’de “Barış Günü” etkinlikleri düzenliyor.
Tarihler arasındaki farklılık çok önemli değil...
Önemli olan barış...
Islak bir teşekkürGenç bir yazarı uyarmak amacıyla, üstelik şaka tadında yazdığım bir yazı, hiç beklemediğim olaylara neden oldu.
Hak etmediğim bir saygısızlıkla karşılaştım. Yine de topu göğsümde yumuşatarak yere indirmeye çalıştım.
Bu işi uzatmaya hiç niyetim yoktu. Ama önleyemediğim, engelleyemediğim bir durumla karşılaştım.
Çoğu oğlum yaşındaki meslektaşlarım inanılmaz bir enerjiyle bana destek verdiler. Beni duygulandıran, gözlerimi yaşartan yazılar yazdılar. İnternet sitelerinde, gazete sayfalarında, radyo ve televizyonlarda yalnız olmadığımı anlatan, kendimi iyi hissetmeme yarayan güzel cümleler sıraladılar.
Ölsem, ardımdan bunlar yazılabilirdi ancak.
Arada unutabileceklerim olur endişesiyle burada tek tek adlarını yazmadan sevgili eşim Nermin, kızlarım ve torunlarım adına hepsine teşekkür ediyorum.
O mücevher yazılar ve sesler, ailemizin en büyük onur serveti olarak kalplerimizde duruyor.
Genç arkadaşıma gelince...
Bana yazdığı elektronik posta için teşekkür ederim. Neler yazdığını burada açıklamayacağım. Gerekli görürse kendi gazetesinde yazar.
Tamam, konuyu kapattım. Bir tür sürek avına dönen bu olayın artık bitmesi gerekiyor.
Yarım asra yaklaşan gazetecilik maceramda “abi” dediğim hiç kimse bana kazık atmadı.
Bana abi diyenlere de kazık atmak, ya da bu dünyaya kazık çakmak derdim yok.
Anlaştık mı?
Wildcard... FIBA ve FIFA
Dünya Basketbol Şampiyonası’ndaki wildcard uygulaması, FIBA ile FIFA arasındaki felsefe farkını ortaya koydu bir kez daha...
Hatırlatalım... FIBA, Türkiye’nin ev sahipliğini üstlendiği Dünya Şampiyonası’nda elemeleri geçen 20 takımın yanı sıra dört ülkeyi de “wildcard” uygulamasıyla turnuvaya davet etti. Litvanya, Almanya, Rusya ve Lübnan’ın farklı gerekçelerle Türkiye’de mücadele etmesi uygun bulundu.
Düşünün, 24 takımın 4’ü bir tür özel konuk durumunda.
FIBA bunu yaparken, organizasyonun başarısını, ilgi odağı olmasını, basketbolun tüm dünyada sevilip yayılmasını, basketbola emek veren, yatırım yapan ülkelerin desteklenmesini öngörüyor elbette.
Yaptıkları seçime, kendi mantığımla hiç itiraz etmiyorum. Hatta çok isabetli olduğunu da söyleyebilirim.
Futbola gelince...
Burnundan kıl aldırmayan FIFA hazretleri, 32 takımlı Dünya Kupası’nda tüm katılımların ev sahibi ülke dışında eleme usulüyle gerçekleşmesinde ısrarlı.
Elbette geleneklerini koruyorlar, kararlarına saygım var.
Ama bir yandan çok zayıf, enternasyonal turnuvalarda hiçbir katkı sağlayamayacak ülkeleri Dünya Kupası’nda ağırlarken, öte yandan futbola yatırım yapmış, emek harcamış bir ya da iki dünya yıldızı yetiştirmiş futbol ülkelerini dışarıda bırakıyorlar.
Bazı elemelerde adaletsiz örnekler oluşuyor.
Hiç değilse 2 takım için wildcard uygulamasına geçseler çok iyi olurdu.
Örneğin İrlanda Cumhuriyeti, Güney Afrika vizesi alabilirdi belki.
Hayır yapmadılar, yapmıyorlar, yapmayacaklar.
Futbolun uzlaşmaz, bağnaz karakterini kuşaktan kuşağa inatla aktaracaklar.
Batuhan’ın araba sevdası
Beşiktaş’ın “hayta”sı Batuhan Karadeniz, müthiş bir lüks araba meraklısıymış.
Mercedes’ler, BMW’ler, Audi’ler, Jaguar’lar rüyalarını süslüyormuş.
Lüks araba rüyasını gerçeğe dönüştürmek için, ara transferde Beşiktaş’tan ayrılmayı bile düşündüğünü okudum Vatan’da.
Çok garip...
Beşiktaş’ın efsane oyuncularından Metin Tekin, en parlak yıllarında bir Renault Flash kullanırdı. Ali Gültiken’in arabası da metalik bok böceği yeşili bir Doğan’dı.
O yıllarda Batuhan’ın bugün kazandığından çok fazla kazandıkları halde, patronların bile alırken iki kez düşündüğü arabaları hiç hayal etmediler.
Ama hep kendilerini geliştirip, Batuhan gibi delikanlıların rüyalarını süslediler.
Sevgili dostum Orhan Karadeniz, oğluna başka örnekleri de anlatmalı.