Lance Armstrong, spor hayatına triatlet olarak başladı. Ancak 90’lı yıllarda yakalandığı testis kanseriyle mücadele etmek zorunda kaldı. Hastalığın beynine de sıçradığı açıklanırken, yoğun bir tedavi sürecinin ardından bisiklet pedalıyla hayata tutundu. Ardından biliyorsunuz, inanılmaz başarılar geldi.
1999-2005 yılları arasında dünyanın en zorlu yarışı olarak kabul edilen Fransa Bisiklet Turu’nu 7 kez Sarı Mayo ile bitirerek bugüne kadar hiçbir şampiyonun elde edemediği rekorla tarih yazdı. Masal gibi başarı öyküsü, geçen hafta Amerikan Antidoping Ajansı (USADA)’nın aldığı kararla bir anda değişti. USADA, Amerikalı bisikletçinin doping yaptığının kesin olarak anlaşıldığını belirterek Fransa Bisiklet Turu’ndaki şampiyonlukları (ve 2000 Sydney’deki bronz madalyası) da dahil olmak üzere tüm madalyalarının geri alınmasını istedi. Ömür boyu spordan men cezasına çarptırılmasını talep etti. Uluslararası Bisiklet Federasyonu (UIC) ise şokta. Öteden beri USADA ile anlaşamayan ve Armstrong’un doping tezlerinde temiz çıktığını savunan örgüt, bisiklet sporunun bu en büyük kahramanına şimdilik toz kondurmak istemiyor. USADA’nın elindeki belgeleri inceledikten sonra karar vereceklerini bildiriyor.
Bu gelişmeler karşısında Armstrong’un son açıklaması ilginç:”Artık yeter. Kendimi savunmaktan yoruldum. Artık sadece kanser mücadelesi için kurduğum vakıf için çalışacağım!” Armstrong’un büyülü öyküsü, bizi kaçınılmaz bir soru ile karşı karşıya bırakıyor: Spor ve ahlak birbirinden ayrı kefelere konduğu zaman biz hangisini tercih edeceğiz?
Başarı için kurallardan, ahlaktan taviz vermek, kuralları ve ahlakı biraz (ya da çok) bir yana bırakarak koşmaya ve kazanmaya devam edebilir miyiz?
Alınmış penaltı!
Bu soru kuşkusuz daha popüler bir spor dalında, futbolda tartışmaları daha da yoğunlaştırıyor.
Futboldaki birçok deyim gibi, İngilizce’den bir de “playacting” sözcüğü girdi günlük hayatımıza... İlaveten bir de “diving”(dalma, kendini bırakarak düşme) var.
Playacting, “rol oynamak” anlamına geliyor. Sportif anlamda oyunu oynarken (playing) buna bir de rol (acting) katıyorsunuz.. Tıpkı tiyatroda olduğu gibi, “gibi yapmak” sanatına başvuruyorsunuz. Geçen sezon Chelsea’nin kazandığı FA Cup ve Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu’nda Fildişili golcü Didier Drogba’nın sırf frikik ve penaltı kazanmak uğruna yaptığı kandırmaca roller yoğun biçimde tartışıldı. Özellikle Napoli karşısında Drogba’nın hayret verici biçimde sık sık kandırmacaya başvurduğu ilan edildi.
Öte yandan yine İngilizce’den “token penalty” diye farklı bir terim de girdi futbola... Bunun anlamı “alınmış penaltı”!
Burak Yılmaz da öykümüze buradan giriyor işte...
Derbi maçtan sonra üst üste izlediğimiz görüntülerle anladık ki, Burak Yılmaz, “playacting” yapmış. Oyunla rolü harmanlamış... Bir penaltı almış... Hakemi ve yardımcısını kandırarak, takımı adına bir avantaj yaratmış. Alınmış penaltı ile takımının formasını giydiği ilk resmi maçta sonucu (3-3) belirlemiş. Ekibini yenilmekten kurtaran adam olmuş!
Kişisel olarak Burak Yılmaz’ı Beşiktaş, Manisaspor, Fenerbahçe ve Trabzonspor formaları altında ilgiyle izledim hep. Bu kandırmaca düşmeler, kendini bırakmalar ve dalmalarla ilgili eleştirilerim de oldu. Ama son yıllarda özellikle Trabzonspor forması altında Burak’ın bu eski huyunu terk ettiğini görerek mutlu oldum. Galatasaray formasıyla çıktığı ilk maçta yaptığı hareket, üzücüydü. Yine de Burak Yılmaz gibi başarısını kanıtlamış, kendini geliştirmiş bir futbol yıldızını bu yaygın kandırmaca hareketine başvurduğu için linç etmemiz gerekmiyor. Yaptığı ayıptan ders çıkarıp bize daha temiz örnekler verebilir.
İşte sorun bu
Şimdi üç sporcunun ortak olduğu bu öykü nasıl sonuçlanacak? Doğrusu ben de bilmiyorum.
Bir yanda değeri milyar dolarlarla ölçülen endüstriyel spor gerçeklikleri ve şampiyonlukla birlikte erişilecek para ve şöhret... Bir yanda da kulübün, teknik adamın, taraftarların yarattığı baskı varken... Kişisel egolar ve ihtiraslar da kontroldan çıkmışsa... Doping de aldatma da başvurulan çarelerden biri olabilir. Peki spor dünyası bu kirlilikten nasıl arınacak, ahlak kriterleri ile kuralları nasıl uygulayacak? (Örneğin aldatmadan dolayı farklı maçlarda iki sarı kart alan oyuncu bir maç ceza alsa yararı olabilir mi? Hakem aldanmışsa ne yapsan boşuna!)
İşte sorun bu. Öykümüz devam ediyor!
Kırık vazo operasyonu
Kulakları çınlasın, Hıncal (ULUÇ) Abi’nin sıkça tekrarladığı bir söz vardır: “ Vazo kırıldıktan sonra ne yapsan boş. Evlilikler de aşklar da, dostluklar da biter!”
Aykut Kocaman ile Alex de Souza ilişkisi de Fenerbahçe- Alex beraberliği de bana bu sözleri anımsattı. Başkan Aziz Yıldırım, duruma Gaziantepspor maçı oynanırken müdahale etmek gereği duydu. Bu müdahale biçimsel olarak yanlış, içerik olarak doğru. Kadın taraftarların Aykut Hoca ile Alex’i sorguladığı sloganların o sırada sahadaki oyunculara saygısızlık anlamına geldiğini söyledi. Kötü tezahürat bitti. Ancak şu da var: Parasını verip bilet alan taraftarın maç sırasında (katılalım ya da katılmayalım) bir şekilde tepkilerini dile getirmesi Fenerbahçe Cumhuriyeti’nde (ya da başka statlarda) demokratik ve sportif bir hak değil midir? Başkan, itirazlarını maç sonrası dile getirse daha doğru olabilirdi.
Başkan Alex görüşmesinden sonra yapılan açıklama, sorunun en azından dondurulduğunu gösteriyor. Artık Alex daha dikkatli davranacak, ama (büyük olasılıkla) Ocak’ta memleketine dönecektir.
Kimbilir, belki de açılışı yapılmayan heykelini yanında götürerek!
(Spartak Moskova maçında bu akşam tüm Fenerbahçelilere sabır ve şans diliyorum. Fenerbahçe kazansın, Türkiye kazansın!)