Karşı karşıya kaldığımız gerçeği görmezden gelmeyelim, unutmayalım.
2010 Dünya Kupası’nda Güney Afrika’ya mı gideceğiz, yoksa eve dönüp TV izleyicisi mi olacağız?
Tam anlamıyla yol ayrımındayız...
Ali Sami Yen’de bu gece yol ikiye ayrılıyor:
Ya tamam, ya devam!
Gruptaki rakiplerimize, fikstüre, puan durumuna bakınca anlaşılıyor ki İstanbul’da Belçika, Tallin’deki Estonya beraberlikleri ile kredimizi erken tüketmiş, çabuk harcamışız. O maçları kazansaydık, bugün oniki puanımız vardı ve doğal olarak İspanya’ya liderliği bırakıp ikinciliğe kenetleniyorduk.
İspanya karşısında keyifle, baskıdan uzak, özgürce oynama ve liderliğe aday olma şansı da cabası.
Hayır, öyle olmadı maalesef... O iki beraberlik canımıza okudu... O nedenle İspanya maçları “kader randevusu”na dönüştü.
O randevuların ilk ayağında kaybettik. Şimdi ikinci ayakta bu gece - ille de kazanmak zorunluluğu var.
Beraberlik bile kesmez bizi... Bir puan alırsak, yine güç olasılıkları yeşertmek için uğraşacağız. Eylül’de nasıl bir motivasyon, nasıl bir kadro, nasıl bir sakatlık tablosu bekler bizi, bilmiyoruz!
Terim’in deyişiyle 80 milyonluk takım, bu gece kazanırsa, işimiz yine zor da, umutlanabiliriz... Kayıpları bir ölçüde telafi edebileceğimizi düşünebiliriz.
Güney Afrika yolunda ilerleme şansımız artar, kazanırsak.
Hayır, kazanamazsak çıkarız yoldan!
Hesaplar, kitaplar biter... Konsantrasyon, motivasyon dağılır. Çatırtılar, çözülmeler başlar. Homurdanmalar, çatışmalar, yargılı ya da yargısız infazlar gelir gündeme.. Operasyonlar devreye girer...
Yeniden başlar kavgalar.
Ligdeki yoğun rekabet ve şampiyonluk savaşları dahi kesemez hızımızı... Öfkemiz kontroldan çıkar.
Hayır, İspanya yenilmeyecek takım değil. Madrid’de gördük ki, zayıf, güçsüz, eksik ve formsuz dönemimizde dahi İspanyolları etkileyebiliyor, maça ortak oluyoruz. Pozisyona giriyoruz, pozisyon vermiyoruz.
Oradaki ilk maçı yeniden seyredince, bu takımla Euro 2008 finalinde oynasaydık, yenebileceğimizi düşünüyorum...
Ne var ki Euro 2008’deki İspanya İspanya da, Euro 2008’deki Türkiye, Türkiye değil!
Servet’in, Hamit’in, Mehmet Topal’ın yokluğu fena halde hırpalıyor bizi... Semih, Nihat, Arda, Tuncay, Emre, hatta Aurelio da o günlerin formundan çok uzakta.
Onlar, Fabregas’ın, İniesta’nın Puyol’un yokluğundan etkilenmiyorlar. Biz her birini mumla arıyoruz...
Bırakın Torres’i, Villa’yı, Sergio Ramos’u durduracak çareyi bile bulamıyoruz.
Tam da yol ayrımına gelmişken, yaşadığımız gerçek bir talihsizlik mi, yoksa sistemsizlik mi ?
Bu soruya yanıt vermeyi istemiyoruz.
Yeniden gerçeğe dönersek...
Yol gitmez bir yere... Yolcudur giden. Yoldan ayrılan ya da yola devam eden.
Senaryonun devam bölümü nasıl olsa çok renkli, heyecanlı ve yine de meşakkatli olacaktır...
Ama yoldan çıkarsak... Eve dönersek yani...
Farklı ve yeni bir yola girmemiz gerekecek. Yorgun, moralsiz, keyifsiz halimizle daha akılcı ve sağlam bir rota izleyip yeni bir programla yeni hedeflere ulaşabiliriz.
Kimseye kızmadan, küsmeden, darılmadan, bozulmadan sabırla devam etmeliyiz.
Yenilmek, 2010 Dünya Kupası’nın sonu olabilir.
Ama asla dünyanın sonu değildir!
Karton kabinden futbola
Yerel seçimde uzun kuyrukta sabırla bekleyip oyumu kullanırken, karton kutulardan yapılmış, pek de mahremiyet hissi vermeyen uyduruk kabinler beni çok rahatsız etti...
Oy kullandığımız okul yöneticilerinin ya da sandık başkanının pratik çözümü olarak görüp önemsemeyebilirdim.
Ama TV yayınlarında gördüm ki, tüm Türkiye o mahremiyeti kartonlarla geçiştiriyor.
Canım sıkıldı... Onca teknoloji, darbelere müdahalelere rağmen gelişen demokrasi kültürümüz, yine de seçim ortamlarını çağdaşlaştıramıyordu.
75 yaşında yürümekte zorlanan kadınlar, erkekler, dört kat tırmanmak ve ayaküstü saatlerce beklemek zorunda kalıyorlardı.
Modern statlar ve spor tesisleri konusunda toplumun gösterdiği istek ve dinamizm güzel de, şu oy kullanma etkinliklerimizi de en az futbol maçları kadar önemsemeliydik.
Seçim sonuçlarına bakınca kazananların coşkusunu ve kaybedenlerin hüznünü yaşadım... Onları anlıyordum. Bazı belediye başkanları dostumdu, bazı adaylar da tüm birikimini seçime yatırmış, sonunda yalnız kalmıştı.
Ama en dramatik sonuç, yurdumuzun sandıktan çıkan bölük pörçük haritasıydı. Mozaik değil, her rengin farklı bölgelerde yoğunlaşıp toplandığı bir harita.
Canım daha da sıkıldı...
Neyse ki hâlâ bizi bir arada tutan çimentolarımız var...
Futbol örneğin... Yanlışıyla doğrusuyla, keyfi ve kavgasıyla hayatımızın en önemli dinamiklerinden biri.
Biliyorum ki, bu akşam Ali Sami Yen’de tek yürek, tek renk olacağız.
Acımızı, sevincimizi paylaşacağız. Bir golün sevinciyle hiç tanımadığımız kardeşlerimizle kucaklaşacağız.
E Viva Espanya!
Hiç itiraz etmeyin... Bu şarkıyı en az yüz defa dinlediğinize bahse girerim... Bestecisi Belçikalı Leo Caerts... 1971’de Belçikalı Sementha söylemiş... Kısa zamanda her ülkede değişik sözlerle plağa, kasetlere doldurulmuş... Bugüne kadar değişik dillerde 50 milyon kopyasının basılıp satıldığı biliniyor.
Bu parçaya İspanyolca sözler yazarak dünyaya sevdiren adam da Manolo Escobar...
Bizde de Beşiktaşlı Nesrin Sipahi, “Yaşa Fenerbahçe” tadında plağa okumuştu bu parçayı.( Nasıl hatırladınız ama!)
Ama tüm dünyada İspanyolların en milli şarkısı olarak bilinir.
İspanyolların ulusal marşı vardır da, o marşın sözleri yoktur... Bugüne kadar Kralcılar, Cumhuriyetçiler, Basklılar, Katalanlar ve Kastilyalılar, üzerinde anlaşacakları bir marşı bir türlü yazamamışlardır.
O nedenle Belçikalı’nın bestesi, Manolo’nun güftesiyle neşelenirler : E Viva Espanyaaaa!