Kültür Sanat “Paris’te ne yaptım? Hiç!”

“Paris’te ne yaptım? Hiç!”

15.10.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

Notos Kitap’ın çıkardığı, değişik zaman ve yerlerde yayımlanmış, dili sadeleştirilmiş, üç bölümlü “Paris, Frankfurt... yahut Hiç!”, ölümünün 75. yılında Ahmet Haşim’i anmak için iyi bir fırsat.

“Paris’te ne yaptım Hiç”

Bazı kitaplar vardır ki, insanı birbirine zıt iki kıyıya savurur. İlk önce, kendinizi bile şaşırtan büyük bir bencillik ve kıskançlık içinde, var gücünüzle saklamak istersiniz onları. Ama sonra, dayanamaz, herkes okusun istersiniz. Herkes okusun ve kimse onlardan mahrum kalmasın! “Paris, Frankfurt.. yahut Hiç!” başlığıyla yayımlanan Ahmet Haşim’in gezi notları, işte bu kitaplardan.
1928’in Eylül ayı. Ayın 14’ü. Altın renkli, tatlı bir sonbahar günü var şehirde. Galata Rıhtımı’ndan, yolcularını Avrupa’ya taşıyacak olan bir gemi uzaklaşıyor: Lotus. Bundan tam 11 yıl sonra, Nazi Almanya’sı Polonya’ya saldıracak ve 2. Dünya Savaşı patlayacak. Lotus yolcuları bunu bilmiyor. Hitler’in bile bundan haberi yok.

Kimse, hiçbir şeyi bilmiyor.
Gemi ağır ağır şehri terk ediyor. Yolculardan biri, karamsar bir bitkinlik ve derin bir pişmanlıkla, neredeyse, düşmanca bakışlarla diğer yolcuları inceliyor, süzüyor. İçin için aşağılıyor. Çünkü, sevgili alışkanlıklarından, kitaplarından, dostlarından, yatağından, geceliğinden, terliklerinden ayrıldığı için mutsuz.
Bu mutsuz ve öfkeli yolcu, bu yolculuktan tam 4 yıl, 8 ay, 19 gün sonra, 3 Haziran 1933’de öleceğini bilmiyor. İşte, bu bilinmezlik içinde, Bergson’un öğrencisi, Profesör Mustafa Şekip Bey’i hatırlayacak yolcumuz. Daha doğrusu, onun “İnsanın hem bir şuuru, hem de şuuraltı adını verdikleri gizli bir basireti vardır,” deyişini: “Hareketlerimizin ekserisi, işte bu dilsiz zekanın emirleriyle vuku bulur.”
Böylece, yolcumuz, şuuraltının tembel ve ahmak şuurunu, topal bir merkebi yürütür gibi, sopa ve tekmeyle harekete geçirdiğini çözecektir. Açık hava da ona yardımcı olacak, bir anda, yorgun asabının gergin ipleri üzerine tüneyen kara kuşları kovalayacak, onların yerine martı gibi beyaz ve hafif neşe kuşlarını getirecektir.
Seyahat, hele ki, deniz seyahati, ruhun bütün dertlerine devadır.
Ve ilk durak Napoli’dir...

Doktor Lakan, Lacan mı?
Türkçeyi 12 yaşından sonra öğrenen, Galatasaray’daki Fransızca öğretmeni şiir yazmak yerine daha ciddi işlerle uğraşın deyince, üç yıl boyunca şiir yazmayan, Yahya Kemal’e, “...Ve hala dostumsun, çünkü biliyorum ki ruhun benim ruhumun cinsindendi, çünkü biliyorum ki bedbahtsın ve mes’ud olmayacaksın, tıpkı benim gibi,” diye seslenen Haşim’in şiirleri ne kadar karamsar, bilinemezci ve kapalıysa, düzyazıları da o kadar açık, anlaşılır ve neşeli, hatta alaycı. Hem de, “Paris’te ne mi yaptım? Hiç!” diyecek kadar.
Ki, üstelik, bu gezilerin her biri tedavi amaçlı çıkılan geziler. Yani, Haşim’in, sağlığı yerinde değildir, (özellikle de Frankfurt gezisi. Yanında, kendisi gibi hasta olan Romanyalı bir eşlikçi de vardır), gene de Goethe’nin evini ziyaret etmekten imtina etmez. Bilakis, koştura koştura gider.
Bu arada, kitabın en dikkat çekici anekdotuna gelince, o, Haşim’in, kendi deyişiyle, ‘şairlerin en garibi olan’ bu şaire yakışan bir gariplikte:
Haşim, “Montparnasse’ta, küçük bir Rus lokantasında, Cigid’de toplandık,” diyerek anlatmaya başlıyor anekdotunu: “Bizi davet eden hanımefendi, onun ahbabı genç bir Avusturyalı kadın, sanat cereyanlarını takip eden iki Fransız genci: Doktor Lakan, Vikont de Santak ve ben.”
Anlamak bir yana ilk önce algılamıyorsunuz bile.
Çünkü, anlatanın yazınsal hüneri, anlatılanın da lezzeti insanı öyle bir kavrıyor, metnin gerçekliğine öyle hapsediyor ki, Doktor Lakan’ın, ancak 1980’lerden sonra, yapıtları dilimize çevrilen Lacan olabileceğini düşünemiyorsunuz.

Hakkıyla anılmadı
Sonra, birden, “Bu Lakan, o Lacan olmasın sakın” diyorsunuz. Tam yerinizden fırlayıp tarihleri karşılaştırmaya yeltenecekken birden Bergson’un öğrencisi Profesör Mustafa Şefik Bey aklınıza geliyor. Doktor Lakan, Bergson’un öğrencisi Mustafa Şefik Bey ve Haşim... Üçünün ortak noktası nedir? Psikoloji. Lacan’ın tezini 1932’de verdiğine göre?
O halde, neden olmasın?
Son bir not! Bu yıl, Ahmet Haşim’in ölümünün 75. yılıydı. Fakat, ne ne acıdır ki, Haşim, ölümünün 75. yılında, iki toplantı haricinde (Biri, Hilmi Yavuz’un da katıldığı İstanbul’daki toplantıydı) hakkıyla anılmadı. Milli Eğitim de, Kültür Bakanlığı da maalesef atladı bunu.
Yalnızca onlar mı? Neredeyse, hepimiz! Gazeteler, dergiler, ekler, yazarlar, okurlar. Uzun sözün kısası: Notos’un, değişik zaman ve yerlerde yayımlanmış, dili sadeleştirilmiş, üç bölümlü “Paris, Frankfurt... yahut Hiç!”i bu büyük hatayı telafi etmek için iyi bir fırsat. En iyisi, okumaya ve yeniden keşfetmeye buradan başlamalı! n