Gökçer Tahincioğlu

Gökçer Tahincioğlu

yuzlesme@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

... Üzerinde kısa bir gazeteci yeleği, aşırı ciddi, sanki büro o olmazsa yıkılırmış gibi davranan gececi. Kendisi daha acemiydi ama inisiyatif alıp haber müdürünü de ikna etti mi, muhabirleri gecenin bir yarısı ya da tatil günü bütün görevlere gönderirdi...

Güneşli günler, Barkın ve bizim çocuklar

Barkın Şık, Milliyet’ten ayrıldığı gün Ankara Büro’daki çalışma arkadaşlarına böyle veda etmişti.

Daha dün gibiydi... Üzerinde kısa bir gazeteci yeleği, aşırı ciddi, sanki büro o olmazsa yıkılırmış gibi davranan gececi.
Öyle tanımlanan görevlerle yetinmeyen, kendinden büyük haller.
Barkın Bilal Şık, Milliyet’in Ankara bürosuna 1998’de böyle geldi.
***
Cumhuriyet’te yapmıştı stajını, oradan ver elini Milliyet.
Gece sorumluluğu.
Yapanlar bilir, ağır iştir.
Kendisi daha acemiydi ama inisiyatif alıp haber müdürünü de ikna etti mi, muhabirleri gecenin bir yarısı ya da tatil günü bütün görevlere gönderirdi.
Barkın’a göre, haber yerinde ve mutlaka özelleştirilerek izlenmeliydi.
İşte o yüzden, içecek su bulamadığımız Samsun’daki “sel felaketine” doğru yola çıkarırken bizi, “çizme almamızı yanımıza mutlaka” diye ciddiyetle tembih etti.
“Ne seli, burada su yok” diye Samsun’dan bağırdığımızda, “gördüğünüzü çekin bari” diyerek kocaman gülümsedi.
Ya da Tokat’ta, kimsenin giremediği ormanlık alana kısa bir yol bulup önce girebileceğimize şefi ikna edip de bizi gönderdiğinde de söylenmemize gülümserdi.
Ya da “Ben denizaltı gördüm, o gitsin” diye alanındaki sıkıcı işi pasladığında.
Ve o çok az, o çok az kişiye gülümsemeleri dışında nasıl da ciddiydi.
Sırlarını çözmüş gibi yerkürenin, uzağa bakar, beklenmedik anda beklenmedik biçimde kurardı çoğu sert cümlelerini.
Canı sıkılmışsa, umursamıyormuş gibi gözükür haberi, deprem olduğunda üç günlük muhabir olduğuna bakmadan nasıl deprem bölgesine koşacağını düşünürdü yarıda kesip iznini.
Bundandı, Konya’ya giderken, kardan arabaların geçemediği son 50 kilometreyi gerekirse yürüyüp geçmeyi önermesi.
Asker çocuğuydu ve çok severdi askerleri.
Belki bu yüzden askere gittiğinde de bırakmadı iş ciddiyetini.
Asteğmenken Ankara’da, gecenin bir yarısı arayıp da Kırıkkale’deki kışlayı, kısa dönem askerlik yapan arkadaşına “emir vermek” büyük keyifti.
Ne de olsa komutan...
Ama gizliden gizliye, arkadaşının “kollanması” için de arayıp “emir verirdi”.
***
Güneşli günler çabuk bitti.
Önce Ogün gitti.
Güneşli günlerin ilk cenazesiydi Ogün Özdemir, ağır bir sağanağın habercisi gibi.
Barkın’ın sınıf arkadaşı, Star’ın taze gececisi.
Gittiği yeri ışıldatan, sevmemenin olanaksız olduğu o adam, daha yirmisinde, bir gece görevinde, sıkışıp kaldı arabanın bir köşesinde.
Sonra işinden çıkartılan, iş bulamadığı için fotoğraf çekebileceği ilk işe giren ve Irak’ta bir kurşunla basitçe yaralanıp, savaş kurbanlarının yattığı bir hastanede enfeksiyona yenilen Mustafa Pekcan.
Teşhis konulduktan bir ay sonra üzerine titrediği çocuklarını bırakıp giden Erol Yılmaz.
Sonra Ankara’nın her haberini bin bir kurumda yapmak zorunda kalan ve kalbi gencecik yaşta duran Behzat Miser.
Sonra kansere, yolculuklara, yenilmişliklere yenilen ağabeylerimiz.
Sonra, arkadaşlarımızın babaları.
Sonra, arkadaşlarımızın anneleri, babaları.
Sonra kardeşlerimiz.
Sonra aynı haberlerde buluştuğumuz, kimi tanıdık, kimi bildik ama hep orada olacak diye bildiğimiz birileri.
Bitmeyen bir kabus gibi, gazetecilerin toplanıp da ağlamaları bir evin önünde, daha önce hiç gitmedikleri.
Sokaklar daha boş, masalar daha içine çekilmiş, herkes daha çok azalmış, daha yaralı azalmıştı.
Böyle yenilmeye başladı bir kuşak gazeteci.
Kırgınlıkların, küskünlüklerin, uzaklıkların ve yakınlıkların arasına hep ölüm girdi.
***
Erkenden kansere yenilen babasının cenazesini alırken hastanenin önünden Barkın, belki de o yüzden artık gülümsemenin ne kadar da zor olduğunu söyleyiverdi.
Her şey grileşirken, yani aslında herkes, her şeyin değiştiğini ve eskisi gibi olmayacağını hissederken ve bunun için bir borç gibi yaşamayı sürdürürken ağır aksak, Barkın da değişmeyi ve direnmeyi denedi.
Bir şeyler gitmiyordu istediği gibi.
Milliyet’ten ayrıldı, Akşam’a geçti.
Pek uzakta değildi mutluluk, mutluluk Barkın için Elçin’di.
Milliyet’te büyüyen Elçin Ergün’le evlendi.
Akşam’da da sürdürdü o çok az kalmış savunma muhabirliğini.
Ve oradan başladığı yere, yeniden Cumhuriyet’e geçti.
Ve Yaman geldi, küçük oğlu, “Hiçbir şey böyle sevilemez” dediği.
***
Bazen keyfi yoktur ne yapsanız yaşamanın. Bir sohbetin en güzel yerinde, en keyifli anlatan kişinin gidivermesi gibi.
Keyfi kaçarken mesleğin, geride kalırken boş çerçeveler, bırakılmış kalemler, duvara asılmış makineler, Barkın’ın da keyfi kalmamıştı çok kişi gibi.
O güneşli günlerde bastırılan bütün üzüntüler de herhalde o zaman geldi.
Barkın, keyfi kalmayanlardan da daha keyifsizdi ki, olduğu gibi gitmeyi seçti.
Herkesin mutlaka ve her şartta orada olacağını, kızsan da küssen de çocukluktan kalan birileriyle bir daha ayrılmayacağını, yıllarca görmesen de aylarca konuşmasan da kaldığın yerden başlayacağını sanarak;
Ve hangi halde olursan ol, samimiyetle, oyun oynar gibi bir keyifle bu mesleği yapacağını düşünüp, hayal kırıklarıyla dört yanını donatarak;
O olduğuna inanmayarak, o günlerden kalan herkesin uzak gözlerinde o inanmamanın şaşkınlığını her seferinde yeniden yaşayarak;
Uğurladık Barkın’ı, Şubat’ı da işaretleyip karanlık çarpılarla dolu takvime.
***
Acının zamanla azalmasının sırrıdır unutmak.
Var olmadığına alışmak, güzel ya da kasvetli günleri unutmak değil.
Artık olmadığını, birlikte olamayacağını, o anı, aranıza giren tam o saati ve dakikayı unutmak.
Aralıklar arttıkça acı azalır.
Sonra, güneşli bir öğleden sonra misal, ilk kez ve yeni olmuş gibi geldiğinde artık olmadığı düşüncesi aklına, anlarsın ve kıymet verirsin o vakit, içindeki sızıyı anımsatan ve unutturan zamana.
Şimdi de Barkın’ı uğurladık, uzun ve rahat bir uykuya.
Rahat uyu Barkın, Elçin’in deyimiyle “uyuyamadığın uykuları.”