Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Ben, ‘Keşanlı’yı TRT’den tanımış bir kuşağın mensubuyum. Sadri Alışık Tiyatrosu’nun TİM’de sahnelenen ‘Keşanlı Ali’sine de bu anılarla gittim. Ve birinci yarı bittiğinde hâlâ hayatımdan memnun, gülümsemekteydim...

Beş yıl önce ‘Keşanlı Ali Destanı’nın metnini sorunlu bulduğunu yazma ‘cüretini’ gösteren eleştirmen Zeynep Aksoy’un başına neler geldiğini unutmadığım için adımlarımı dikkatli atacağım. Eleştirmenler Birliği’nden atılmasını talep eden bile olmuştu o dönem.
Ben, ‘Keşanlı’yı TRT’den tanıyanlardanım ve çocukluk anılarımda müstesna bir yeri vardır oyunun... Sadri Alışık Tiyatrosu’nun ‘Keşanlı Ali’sine de bu anılarla gittim. Ve birinci yarı bittiğinde hâlâ hayatımdan memnundum. Ahmet Mümtaz Taylan, Sineklidağ’ın öyküsünü, oyun içinde oyun olarak anlatmayı seçmiş. Bir yazlık sinemada Gülriz Sururi’yle Engin Cezzar’ın ‘Keşanlı’sını izleyen oyuncularımız, film ikide bir kopunca sıkılıp kendileri oynamaya karar veriyorlar. Kahramanımız Ali, üzerine yıkılan bir cinayet sonucu kahraman olmuş bir delikanlı. İşlemediği cinayet ona öyle bir şan şöhret kazandırmış ki, hapisten çıkacağı günü bütün Sineklidağ dört gözle bekliyor. Ama işte maktul, Ali’nin sevgilisi Zilha’nın dayısı ve bu onların kavuşmasını imkansız kılıyor. Ali çıkıp sahte kahramanlığın üzerine kuruluyor, artık milleti haraca bağlama sırası onda.

Haberin Devamı

Sussam gönül razı değil...
Haldun Taner 1960’ların başında yazmış, kof kahramanlık destanlarının yaldızını kazıyan bu en ünlü oyununu. Ve Ali’siyle Zilha’sıyla, İzmarit’iyle, helacı Şerif Abla’sıyla unutulmaz karakterlerin yaşadığı, çok sahici bir gecekondu mahallesi yaratmış. Zaten biz de oyunu her zaman bu karakterlerle anarız... Batı özentisi sosyetik ailenin pek izi kalmamıştır belleklerde.
Oyunu tekrar izleyince nedenini anladım: İlk bir buçuk saat içine girdiğimiz sahici dünyadan adeta uzay boşluğuna düşüyoruz ikinci perdede. Birdenbire son derece karton tipler dolaşmaya başlıyor ortalıkta - Profesör, İhya Onaran, oğlu Bülent, Ahsen, Madam Olga - ki Ani İpekkaya’dan hatırladığımız, Zilha’ya medeniyet öğrettiği tatlı bir sahnesi vardır, Tuba Ünsal’ın oynadığı bu role bu kadar ‘cinsellik’ katmak iyi bir fikir mi bilemedim - Bugün içinbir hayli demode kalan görgüsüz bir zengin ailesi. Bu rollerdeki oyunculara, Kerem Alışık’a, Kayhan Yıldızoğlu’na, Şinasi Yurtsever’e, Ahmet Kaynak’a değil sözüm, rollerin ve yorumun ta kendisine. Çünkü aileyi daha da ‘gülünç’ kılmak için bir dolu yeni ‘espri’ katılmış, üzülerek söylüyorum ki hazin bir sonuç çıkmış ortaya. Hele hele o Ahsen’in hali...
Suya sabuna dokunmadan yazmaya karar vermiştim ama işte ‘sussam gönül razı değil...’ Uzatmadan güzel yanlarına geçiyorum: Bir kere salon doluydu, seyirci tiyatroya gidiyor ve mutlu ayrılıyor. Yalçın Tura’nın müzikleri zaten çok güzeldir, onların çok iyi icra edilmesini sağlayan müzik direktörü Çiğdem Erken’i, orkestrayı ve oyuncuları kutlamak lazım, herkes şarkılarda çok başarılı. Ali’yi oynayan Yavuz Bingöl başta olmak üzere tabii...
Oyunun benim için ‘en iyileri’ne gelince: Songül Öden’i Zilha’da, Mustafa Üstündağ’ı İzmarit’te, Serda Kondeler Aktuna’yı Şerif Abla’da izlemek bir keyif. Bir de Sipsi Selim’e dikkat etmenizi öneririm. Batuhan Pamukçu çok yetenekli bir genç oyuncu, bir ayı postunu canlandırırken bile ışıl ışıl parlıyor. Cihan Yöntem’in koreografisini, Başak Özdoğan’ın kostümlerini, Barış Dinçel’in dekorunu da unutmamak gerek.
Dediğim gibi, ben oyunun birinci yarısını mutlu bitirdim, ikinci yarıda efsanelerin sorgulanabilirliği üzerine düşündüm. Ve 50 yıl önce çok ‘yenilikçi’ olan bir şeyin de belki eskiyebileceğini... Sahnelerken özenli bir ‘güncellemeye’ ihtiyaç duyulabileceğini. Belki bunu kabullenmekten bir zarar gelmeyeceğini...