Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Geçen gün sabah haberlerini izliyorum, “Av yasağı bitiyor” haberi, her yıl bu zamanlarda olduğu gibi. Mikrofonlar balıkçılara yönelmiş, balıkçıların canı sıkkın. “Balık azaldı” diyorlar. Ama bu seneden ümitliler; “Palamut, istavrit ve çinekopta bereket bekliyorlarmış.”

Çinekopta bereket? Aynı iddiaya gazetelerde de rastlıyorum sonra. Halbuki artık öğrenmiştik; çinekop ve sarıkanat lüferin yavrusuydu, o yüzden avlanmaları yasaktı. Bugün “Denizlerimizde balık tükendi” diye ağlıyorsak bunun sebebi sorumsuzca avlayıp soylarını kurutmuş olmamızdı. Niye hep başa sarıyoruz?

Haberin Devamı

Bakanlık da uyarıyor

Slow Food’un Türkiye ayaklarından Fikir Sahibi Damaklar’ın kurucu lideri Defne Koryürek, bu konunun yılmaz savaşçılarından. Yıllardır “Sarıkanat ve çinekop tüketmeyin, tezgahta gördüğünüzde şikayet edin” demekten dilinde tüy bitti. Bugünlerde yine iş başında. “Bu yıl çinekopa doyacağız” gibi cümlelerin ne kadar tehlikeli olduğunu anlatıyor bir kez daha.

Üstelik Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın da uyarıda bulunduğu, avlanacak balıkların boyutunu belirlediği posterleri var. Lüfer için belirlenen yasal boyut 20 cm. Koryürek, aslında bunun da yetersiz olduğunu, türün devam edebilmesi için 29 cm.’nin daha adil olduğunu söylüyor. Biz ise gözümüzü hâlâ daha da yavru balıklara dikiyoruz.

Ne kadar işe yarar bilemiyorum, ama yine de hatırlatayım; bu bulduğumuz her şeyin kökünü kurutana kadar tüketme alışkanlığımızla gelecek nesillere değil, bizzat kendimize bile yiyecek balık bırakmadık. Tıpkı ciğerlerimize çekecek temiz hava, yüzecek deniz, iklimi düzenleyecek yeşil alan bırakmadığımız gibi. Ne zaman gözümüz doyar acaba?

Değer miydi?

Bir şekilde ölümle yüz yüze gelip eski hayatlarını sorgulayan ne çok insan, onlardan bize kalan ne çok hayat bilgisi var. Şu sıralar sosyal medyada paylaşım rekorları kıran Yeni Zelandalı reklamcı Linds Redding’in yazısı gibi...Aslında 2012 yılına ait bir yazı. Ne yazık ki yazan da bu satırlardan bir ay sonra hayata veda etmiş. Ama onedio.com bu hafta yayınlamış, zaten zamanı ve mekanı olmayan bir yazı.
Hayatını hırslar içinde, zamanla ve ‘rakiplerle’ yarışarak geçirmiş bir reklamcının 52 yaşında kansere yakalandığında yaptığı muhasebe. Karısını aylarca görmeden, geceler boyu uykusuz kalarak geçirdikleri hayatlarını anlatan eski iş arkadaşlarına “Hepiniz delirmişsiniz” diyor:
“Sayısız gece, hafta sonu, tatil, doğum günleri, çocukların okul gösterileri ve yıldönümü yemeklerini bilerek ve isteyerek feda etttim. Hem de elle tutulur hiçbir yanı olmadığı halde ‘son derece önemli daha büyük bir amaç’ için.”
Sonra kanser gelmiş, pahalı bir ders olarak... “Hepsi kandırmacaydı” dedirten; “Hiçbir iş bu kadar önemli ve acil değildi.” “Buna değer miydi?” diye soruyor sonunda...
Ne çok ihtiyacımız varmış bu soruya ki, hepimiz paylaşıyoruz bu yazıyı. ‘Önemli’ işlerimiz uğruna zamanımızı, sevdiklerimizi, sağlığımızı, hayatımızı feda ederken bir durup ‘paylaş’ butonuna basıyoruz.
Sonra gene koşturmaya devam ama. Çünkü daha erken bizim için değil mi? Çok zamanımız var önümüzde... Önce şu işler yetişsin, sonra düşünürüz... “Erken mi acaba sahiden?” diye...