Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Lise yıllarımda bilet almak için kahve termosum ve battaniyemle Atatürk Kültür Merkezi’nin önünde sabahlamama neden olan Uluslararası İstanbul Film Festivali benimle beraber büyümeye devam ediyor ne mutlu ki.
O geldi 28 yaşına, eh ben de o civardayım beş aşağı on yukarı... Neyse, önemli olan, hâlâ nisan ayı gelince benim de içimde bir kıpırtı başlıyor, İstanbul film demek oluyor. Hâlâ birileri için sinemanın kalbi Beyoğlu’nda atıyor, İstiklal Caddesi on beş gün için o seanstan öbürüne koştururken birbirine ayaküstü tavsiyelerde bulunan festival müdavimlerine kalıyor...
Özetle, Akbank’ın festival reklamındaki gibi, her şey değişirken “Bazı şeylerin kalıcı olduğunu bilmek, güzel” oluyor...

İyi ki bazı şeyler kalıcı
Bu yıl filmden filme koşarken bir de Changa’da festivalin konuklarından John Malkovich, Peter Greenaway ve François Ozon için verilen yemeğe düştü yolum. Memlekette esen Malkovich rüzgârı malum... Kendi dizaynı olan kırmızı güllü ceketi, Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin’in ona baktığı kahve falı herkesin dilinde... Ben bunlara ilaveten kendisinin dura düşüne, ağır ağır ama bolca konuştuğunu, Cemal Kafadar ile uzun bir tarih sohbetine giriştiğini söyleyebilirim.
İş görüşmeleri
Bir de o gece, Boston’da neredeyse komşu olduğu Peter Greenaway ile tamamen tesadüf eseri dünyanın öbür ucunda, İstanbul’da karşılaştığını ve birlikte çalışmak üzere el sıkıştığını... Gecenin bir saatinde Mustafa Altıoklar’ın yemeğe dahil oluverdiğini ve Malkovich’e uzun uzun yeni projesinden söz ettiğini de unutmayalım tabii.
Changa’daki iki masadan birinde sanat, tarih, Ortadoğu sohbetleri ve iş görüşmeleri hüküm sürüyordu özetle. Gelelim diğerine...




Hayata dokunarak...
İyi ki bazı şeyler kalıcı
François Ozon, Serra Yılmaz, Fatih Özgüven, zaman zaman da İhsan Yılmaz, İdil Kartal ve Ayşe Bulutgil’in gelip gittiği bizim masada daha bir Akdenizli durum vardı. Yeme içme gezme, biraz dedikodu, biraz magazin... Daha bir gündelik sohbet...
François Ozon; Fransız sinemasının dahi çocuğu, “Kumun Altında” ve “Havuz” ile bizi şahane Charlotte Rampling’e, “Veda Vakti” ile Jeanne Moreau’ya yeniden kavuşturan, kısa filmleri bile birer efsane gibi dilden dile dolaşan adam. Ayrıca çok yakışıklı, bir de üstüne çok sıcakkanlı, hoş sohbet... “Beni dinleyin, size söyleyecek çok önemli şeylerim var” halinde değil hiç. Asıl o merak ediyor, soruyor, ilgiyle dinliyor...
Bir turist gibi...
Siz nerede yazıyorsunuz, gazetenizin siyasi eğilimi ne, filanca oyuncu için ne düşünüyorsunuz... “Catherine Deneuve Türkiye’de popüler mi?” diye soruyor mesela, yeni filminde onunla çalışıyormuş... Sonra uzun uzun Türkiye’den gelip geçmiş Fransız şarkıcıları anıyoruz... Mireille Matthieu’ler, Dalida’lar, Adamo’lar...
Her yediğinin ne olduğunu bilmek istiyor. Bu ne? Deniz börülcesi... Altındaki, fava... Hay allah bakla nasıl anlatılır ki?
Ve sıradan bir turist gibi nereleri görmesi gerektiğini soruyor sonra. Büyükada’ya mutlaka gitmeli, Aya Yorgi’ye çıkıp dilek tutmalı...
Hepsini yapmış sabah erkenden kalkıp, sonradan öğreniyoruz. Ve kendisine ayrılacak tekneyi de, deniz otobüsünü de değil, şehir hatları vapurunu tercih etmiş... Şehrin bir ritüelini hakkını vererek yaşayabilmek, martılara simit atarak yolculuk edebilmek için...
Velhasıl, filmlerini hep içim ısınarak izlediğim François Ozon bir kez de insan olarak fethediyor gönlümü... Birisi küçük hikâyeleri böyle anlatabiliyorsa, duygulara böyle dokunabiliyorsa boşuna değil işte... Hayata dokunmak gerekiyor önce...