Cadde Büyük aktör, kameranın varlığına aldırmayandır

Büyük aktör, kameranın varlığına aldırmayandır

29.05.2008 - 00:24 | Son Güncellenme:

İstanbul Tiyatro Festivali’nde temsil veren Fransız sinema ve tiyatro yıldızı Fanny Ardant, kariyerini ve görüşlerini anlattı. Ardant’a göre büyük bir aktörün nasıl oynadığı değil, nasıl baktığı önemli... “Büyük aktör kameranın varlığına aldırmayandır. Kameranın çok farkında olursanız iyi oynayamaya-bilirsiniz” diyor

Büyük aktör, kameranın varlığına aldırmayandır

Sinema ve tiyatronun en zarif ve güçlü yorumcularından Fanny Ardant, ”ikonları kıran bir yazar” olarak tanımladığı Marguerite Duras’nın kadın erkek ilişkisine dair hem şiirsel hem kışkırtıcı oyunu “Ölüm Hastalığı” ile İstanbul Tiyatro Festivali izleyicilerine iki unutulmaz gece yaşattı. Bir saat boyunca sahneyi; sevmeyi bilmeyen ve ölüm hastalığına tutulmuş bir erkeğe hitap eden, gecelerini para karşılığı onunla geçirmeyi kabullenmiş bir kadını yorumladığı tek kişilik performansıyla doldurdu. Duras’yı çok seven Ardant tıpkı onun gibi “Aşk dünyadaki en önemli şeydir,” diyor.
Ardant ile 26 Mayıs’ta ikinci temsili öncesinde, Atilla Dorsay eşliğinde kariyerini, sanat anlayışını, siyasi görüşlerini konuştuk. Temsil sonrasında ise Ardant ve tiyatro dünyasından küçük bir grup ile yemek yedik. Ünlü oyuncu neşesi, enerjisi, canayakınlığı, merakıyla bir kez daha kendisine hayran bıraktı bizi. İstanbul’a Atatürk’ün bütün bir ülkeyi tepeden tırnağa değiştirebilme gücünden, şıklığından ve yakışıklılığından etkilenmiş olarak gelen Ardant, kenti çok beğendi. İstiklal Caddesi’ne bağlanan ara sokaklardaki kahvehanelerde kadın erkek bir arada oturup tavla oynayan kalabalıktan etkilenen, Sultanahmet’i gezen, Mısır Çarşısı’ndan baharat ve hediyelik eşya satın alan, ezan sesini büyüleyici bulan Ardant, Türkiye’ye yeniden gelmek istiyor.

‘Ailem önce okul dedi’

Ardant’nın siyasal bilgiler öğrenimi gördükten sonra oyunculuğa başlama nedeni ilk merak ettiğim: “Annemle babam bana tapardı. Tiyatrocu olmak istediğimi söyleyince ‘Olmaz öyle şey, hele bir oku, okulunu bitirince düşünürüz,’ dediler. Bu yüzden siyasal bilgiler okudum. Diplomam benim özgürlük pasaportum oldu.”
Kendisine tiyatro ve sinema arasında nasıl denge kurduğunu sorduğumda, “Tiyatro bir oyuncunun temelidir. Onu besler, arıtır, tuhaf biçimde ona cesaretini ve gücünü verir. Zordur, tehlikelidir, nankördür. Sinemanın da zorlukları var ama asıl sorun ruhunuzu kaybedersiniz, alışkanlık haline gelir. Hep aynı kişiyi oynarmış gibi... Sürekli korunur kollanırsınız, asla izleyiciyle temas etmezsiniz,” yanıtını almayı beklemiyordum doğrusu. Tam da bu yüzden tanımadığı Türk izleyicisini “dikkatli” bulan Fanny Ardant, ilk temsilin ardından hasta olmuş. Tiyatroya bu kadar önem veriyor!
Seçimleri de duygusal: “Sevmediğim hiçbir şeyi oynayamam. İnsan neyi sevmediğini bilip ona hayır diyor, ama neyi sevip ona evet dediğinizin bir açıklaması yok.”
Ardant’a göre “Büyük bir aktörün nasıl oynadığı değil nasıl baktığı önemli. Büyük aktör kameranın varlığına aldırmayandır. Oyuncu olduğunu unutan kişidir. Kameranın çok farkında olursanız iyi oynayamayabilirsiniz.” 

‘Utangacım ama ahlakçı değilim’

Her iki sanatta da hep cüretkar roller üstlenmesine getirdiği açıklama da ilginç: “Ben çok utangacımdır. Kendimi göstermeyi hiç sevmem. Utangacım ama ahlakçı değilim. Kendime göre bir ahlakım var. Benim utangaçlığım toplumsal düzeyde. Toplumsal ve politik eylemlere katılırım ama dünyevilik, normallik bana zor geliyor.”
Ardant’nın bu sözleri onu adeta ’68’in hakiki ruhu haline getiriyor ama o dönemin kolektif yapısından ayrılan görüşlere sahip Ardant: “Diyalektiğe inanırım. Sadece şok etmek yeterli değil. Politik yönden de kışkırtıcı olmayı severim. Doğruculuk, sıradan düşünceler hiç de çekici değil. Her şeyden kuşku duyarım. Gruplara inanmam. Feminist, sosyalist ya da faşist değilim. Bu yüzden diyalektik düşünceden söz ettim. Ben hep saf bir karşı çıkıştan yanayım. Çelişkilere inanırım.
Bence bir insan her zaman her şeye karşı çıkmalı. Ben feminist 68 kuşağındanım yaş olarak ama benim ailemdeki erkeklerin hepsi şahaneydi, şahane erkeklerle büyüdüm, o yüzden başka kadınların anlattığı korkunç erkek portrelerine inanamadım. Özgürlüğümü istiyordum ama erkeklere karşı değil! Herkes birlikte var olabilmeli bence. Aşkı erkekler üzerinden yargılamamalı. Politikayı politikacılar üzerinden yargılamamalı.”
Bir düzine başyapıtta rol almasına, en usta yönetmenlerle çalışmasına rağmen onu en çok mutlu eden filminin pek de bilinmeyen, 2001 yapımı, Faslı yönetmen Liria Begeja’nın yönettiği “Change moi ma vie” olduğunu söylüyor. Sonra bizi pek mahcup eden soruyu patlatıyor:
“Mustafa Kemal hakkında film yaptınız mı hiç? Romanesk bir karakter” deyip evinde Atatürk albümü olduğunu, onun devrimlerine hayranlık duyduğunu anlatıyor, biz “Bazı filmlerde karakter olarak yer aldı,”  diye bir cevap gevelerken!

Yazarlar