Cumartesi Geleceğin müziğini İstanbul’da arıyor

Geleceğin müziğini İstanbul’da arıyor

20.06.2009 - 01:00 | Son Güncellenme:

New York’lu müzik yazarı Mitchell Maddox, National Geographic’e makale yazmak için İstanbul’a geldi, elinde kayıt cihazları ve kamerasıyla şehri karış karış gezmeye girişti

Geleceğin müziğini İstanbul’da arıyor

Yolda görseniz deli sanabilirsiniz. Elinde son teknoloji kayıt cihazları, duyduğu her notayı, her sesi kaydetmeye çalışan bir adam. Kulüplerde sahneye çıkan gruplardan sokakta saz çalan adama, göbek atan taksiciden Türkçe pop barındaki soliste ne duyarsa kaydediyor. Adı Mitchell Maddox. Amerikalı. New York’tan buraya National Geographic’in web sitesi için bir makale yazmaya geldi. İstanbul’un müzik alemini tanımak, yakından bakmak istiyor. İlginç gözlemleri ve “dünyaya açılmak isteyen” müzisyenlere önerileri var.

Haberin Devamı

Nasıl oldu da kendinizi İstanbul’da buldunuz?
Ben serbest çalışıyorum. Müzik dergilerinde (PerformerMag) ve internette yazıyorum. Birkaç ay önce National Geographic’in müzik sitesi ile görüştüm ve onlara bir proje sundum.

Neydi bu?
 National Geographic bir süre önce Nat Geo Music isminde bir müzik şirketi kurdu. Dünyanın çeşitli yerlerinden yerel müzisyenleri keşfetmek ve onları tanıtmak amacındalar. Ben farklı ülkelerde müzisyenlerle tanışıp kayıtlar yaparak bilgi toplamak ve bu macerayı kaleme almak istiyordum. Bu şekilde dünyada pek bilinmeyen yeni müzikleri tanıtabilirdik. Onların web sitesi için bir yazı hazırlamamı kabul ettiler. 

Nasıl sanatçılar arıyordunuz tam olarak?
Yeni, taze, çok popüler olmayan, müziğiyle dikkat çeken. Her şeyden önemlisi Batılı birinin gözünde enteresan olabilecek, belki şimdinin değil ama geleceğin müziğini değiştirecek, trendleri ve tarzları etkileyecek, tanınmayan müzisyenler. 

Dünyayı değiştirecek müzisyenleri İstanbul’da arıyorsunuz yani?
Aslında evet. Önce araştırmak için iki-üç farklı yer belirlemiştim. Portekiz’de Fado konusuna girmek istiyordum. İspanya’da Flamenkocularla tanışmak niyetindeydim. Yunanistan’da Çingene müziğine yoğunlaşmak gibi bir niyetim de vardı. İstanbul ise her zaman aklımdaydı.

İstanbul’u tek bir tarzla özdeşleştirebiliyor muydunuz kafanızda?
Aslında işin çılgınca olan yanı buydu. İstanbul o kadar büyük ki şehir olarak tam tamına özdeşleşebileceği tek bir tarz yok. Çok şey duyuyordum ama her şeye rağmen bunu gelip kendim görmek istiyordum. Buraya tamamen boş bir kafayla, her şeye açık halde geldim.

Ne buldunuz peki?
Çok büyük bir çeşitlilik var.  Londra, New York ya da Los Angeles gibi. Ne ararsan var.

Bu karışıklık içinde yolunuzu nasıl buluyorsunuz?
Mekanlara odaklanınca biraz daha toparlanıyor konu. Aya İrini’deki klasik müzik konserlerinden Peyote’deki alternatif gruplara çok farklı yerler gördüm.

Neler gördünüz mesela?
Her mekanın kendine has bir kültürü var. Burada bir mekanda pek çok kat oluyor. Her katta ayrı bir zevke hitap ediliyor. Alt katta dans, üst katta canlı müzik, en üstte teras gibi. Başka ülkelerde bu kadar farklı zevkler aynı mekanda buluşmaz. Enstrümanlar da çok değişken. Çağdaş enstrümanlar geleneksel üslupla çalınıyor ya da geleneksel olanlar çağdaş bir üslupla. Mesela Selim Sesler’i dinledim. Klarnet çalıyor ama çok farklı. Ya da elektro saz diye bir alet olması bana ilginç geliyor.

Stüdyolara da gittiniz, ne gözlemlediniz?
 Teknolojik açıdan burası dünyadan farksız. Amerika’da ne varsa hepsi burada da var. Fark trendlerde. Mesela burada rock temelli müzikler çok gözde alternatif camiada. Ama dünyada artık bu bitiyor. Dans, etnik ve elektronik yükseliyor. Burada avangart müziklerle uğraşanların ve gençlerin bu kadar rock’çı olmasına şaşırdım. İşin iyi yanı ise şu: Amerikalı bir müzisyenin genellikle ne yapacağını tahmin edebilirsin. Burada bilmiyorsun.

Ne gibi?
Taksiye bindim ve şöföre sevdiği bir müziği açmasını söyledim. Acayip bir şey çıktı. Ritim bile tutamadım. Sonra alıştığımda çok hoşuma gitti. Adam dans edip duruyordu direksiyonda. Bahsettiğim şey bu.


“Bu şehirde Sinatra’dan klarnete geçmek iki saniye”
Burada gördüğünüz ne tip şeyler bir Batılı olarak ilginç geliyor size? Diyelim ki bir müzik grubum var ve sizin ilginizi çekmek istiyorum. Ne yapmam lazım?
 İstersen tersten gideyim. Müzikler harika ama sözlerin İngilizce olmaması dezavantaj. İnsanlar Batı’da bir şeyi beğense bile ne dediğini anlamıyorsa sırtını dönüp gidiyor. 

Hadise’yi biliyor musunuz? Eurovision şarkı yarışmasını?
 Evet tabii.

Hadise İngilizce söyledi ama Avrupa, oradaki Türkler dışında çok ilgilenmiş gibi görünmüyor.
 Belki sözleri anlamışlardır ama konu çekici gelmemiştir. Dünyaya bir şey anlatmak istiyorsan anlayacağı dilde anlatmalısın. Ama ne anlattığın da önemli. Belki sadece sizin Baba Zula gibi sahne şovu olan ve anlatımı çok güçlü olanların İngilizceye ihtiyacı yok. Yurtdışında bayağı ünlüler.

O kadar gezdiniz tozdunuz, nedir İstanbul’un fon müziği size göre?
 Bir kere çok evrensel. Ray Charles da duydum Justin Timberlake de. Frank Sinatra, Led Zeppelin blues, caz, klasik müzik ve tabii Türkçe pop, halk müziği ve diğerleri. Tek bir müzik yok bu şehirde. Bunların hepsini yolda yürürken birer dakika arayla duyuyorsun çünkü. Sinatra’dan klarnete iki saniyede geçiyorsun... 

Kurtköy’de Ceza’nın peşinde
 Mitchell Maddox’un bir de blogu var. Burada İngilizce bilenler çok komik bir İstanbul macerası bulabilir. Maddox Kurtköy’deki Ceza konserine gitmek üzere Taksim’den taksiye biniyor ve hayatının hatasını yapıyor. Trafikte dört saate yakın kaldıktan ve İstanbul’un uzak semtlerindeki çıkmaz sokaklarda debelendikten sonra mekana varıyor, ama konser iptal... Detayları okumalısınız. Maddox bu konuyu anlatmasını ısrarla istememe rağmen “Okumalısın anlatmakla olmaz” dedi. Artık ne yapalım, İngilizce bilenler bilmeyenlere anlatsın.