Cumartesi KÜBA tek umutları turizm

KÜBA tek umutları turizm

24.02.2001 - 00:00 | Son Güncellenme:

Şu anda Küba’nın tek umudu turizm. Ama turistler beraberinde sorun da getiriyor. Turistlerin bir günde bıraktığı bahşiş öğretmen ya da doktorun maaşına eşit

KÜBA tek umutları turizm

KÜBA tek umutları turizm

Şu anda Küba’nın tek umudu turizm. Ama turistler beraberinde sorun da getiriyor. Turistlerin bir günde bıraktığı bahşiş öğretmen ya da doktorun maaşına eşit

KÜBA tek umutları turizm
ZEYNEP ORAL

İlk kez gittim Küba’ya. Tatile. Ama benim tatil gezim, parlamenterlerimizin iş gezisine hiç benzemedi. Çünkü, Fest Seyahat’in, 68 ruhunu, devrim ruhunu damarlarında taşıyan yöneticisi Faruk Pekin’in peşine takılmıştım. Plajlardan çok, adanın bir ucundan öteki ucuna (1200 km) Küba tarihinin, devrimin ve kültürünün izini sürmeye çalıştık. Kısacası, direnişin simgesi Küba’yı gördük.
Yeryüzünün, nüfusuna oranla en çok okulu ve öğretmeni olan; ilkokuldan üniversiteye eğitiminin her insanın doğal hakkı sayıldığı; insan başına en çok doktor düşen; tüm sağlık hizmetlerinin ücretsiz karşılandığı; konutlarda kira, su, elektrik, gaz, telefon parası ödenmediği ülke Küba.
Miami’den uçak hızıyla 15 dakika uzaklıkta olup, boyuna bosuna, parasına ordusuna bakmadan, dünyanın tek süper gücüne, gezegenimizin "İmparator"una kafa tutan, bir türlü "uslanmayan", aldığı tüm cezalara, yaptırımlara, ambargo ve ablukaya karşın ayakta kalmayı sürdüren ülke Küba...

İlk izlenimler
İspanyol koloniyalizminden kalma yapılar. Barok şımarıklığı, Endülüs gizemi, "Art Nouveau" uçarılığı bir arada. Çoğu harap, sırayla onarılmaya çalışılıyor...
Halkın "Amerikan güzelliği" dediği 50’lerden kalma Chevrolet’ler, Ford’lar, Chrysler’ler... Artık içlerinden Errol Flynn ya da Rubirosa çıkmasa da, Kübalı motor ustaları sayesinde tıkır tıkır çalışıyorlar. Motosiklet üzerine sarı kapaklı, kaplumbağaları andıran iki kişilik
taksiler... "Deve" denilen, ayakta 400 kişiyi taşıyan otobüsler...
Kentler, kasabalar "salsa" ritminde yaşıyor. Meydanlarda, sokaklarda, balkonlarda herkes müzik yapıyor, ritmi yakalıyor. İspanyol gitarı, Afrika bongosu, marakas... Havada "çıkçıkıçıkçık" sesleri. Kadınların yürüyüşleri, erkeklerin gülüşleri de o sesin havasında... Ama yaşama egemen olan çocuklar. El üzerinde tutulan, gururlu mu gururlu, sıcacık bakışlı çocuklar!
Küba yoksul. (Sovyetler Birliği’nin düşmesiyle mali destek, krediler kesildi) Kübalılar yoksul. Ama zengini de yok, yoksulluğu paylaşıyorlar. Aylık ortalama gelir 11 dolar. 1993’te ülke turizme açıldı. Şimdilik tek umut turizm gibi görünüyor. Geçen yılın turizm geliri 2 milyar dolar.
Turizme açılmak "Socialismo o muerte" (Sosyalizm ya da ölüm) sloganlarıyla soluyan ülkede, elbet sorunları da birlikte getiriyor. Turistin bir günde bıraktığı bahşişle, öğretmen ya da doktorun aylığı eşit olursa...

Fidel, Che ve ötekiler...
Havana’dan, adanın en doğusuna Santiago de Cuba kentine iki saatte uçuyoruz. Sierra Maestra Dağları’nın eteğindeyim. Fidel, Batista yönetimine
karşı ilk saldırıya burada uğramış ama tutuklanmıştı. Mahkemede söylediği
ünlü söz "Tarih beni haklı çıkaracaktır" dağlardan aşağılara yankılanıyor.
Ona Castro değil de, Fidel demem laubalilikten değil. Bütün Küba halkı ona Fidel diyor ve onu aileden biri gibi görüyor. Öyle görmeyenler zaten ülkeyi terk etmiş ya da terk etmeye çalışıyor. Ona tapıyorlar. Karşı olanlar konuşmuyor, konuşamıyor. Ona "diktatör" de diyebilirsiniz, Kübalılar gibi, "ülkeye Fidel ya da Küba Komünist Partisi değil, yerel yönetimler egemen" de diyebilirsiniz.
Fidel’in düşüncelerine katılın ya da katılmayın, tarihteki önemini yadsıyamazsınız. Ülkesini yeni sömürgecilikten kurtardı, bilim adamı Noam Chomsky’nin deyişiyle "Amerikan hırsız sınıfından ve Amerikan terörizminden kurtardı", mafyayı dışarı attı. Halkın desteğiyle devrimi gerçekleştirdi, yaşam alanı sağladı.
Küba’da slogan dolu panolar çok, ama tek Castro heykeli yok. Kendi istemiyormuş. İspanya’ya karşı bağımsızlık hareketinin simgesi yazar, şair Jose Marti’nin heykelleri ve devrimin iki komutanı Che ve Camillo Cienfuegos’ın resimleri her yerde.
Santiago’dan uçakla Havana’ya dönüp, otobüsle yola koyulduk. Adanın orta yerindeki Santa Clara’dayım. (Havana’dan 200 km.) Burası Che’nin kenti. Küba halkı Che’yle yatıp Che’yle kalkıyor. (Ama Che’nin ayak izlerini yarınki "Esintiler" köşesinde bulacaksınız.) Santa Clara’dan
75 km. sonra Cienfuegos kenti. Denize, ince uzun bir dil gibi uzanmış. Cienguegos’dan
80 km. sonra Trinidad kenti. Küçük bir mücevher... (İlk izlenimler bölümündeki her şey bu üç kent için de geçerli.)

Rom ve puro
Bu üç kent arasında gidip gelirken uçsuz bucaksız şekerkamışı tarlalarını görüyorum. Yüzyıllar boyu Afrika’dan getirilen kölelerin çalıştığı şekerkamışı tarlalarının ortasında, geçmişin feodal ilişkilerini sergileyen müze evler yer alıyor.
Küba, rom ve puro cenneti. Oldum olası tarım ülkesi. Ekili topraklarının yüzde 43’ü şekerkamışına ayrılmış. Gerisi tütün ve pirinç.
Rom her yerde. Şekerkamışının çocuğu o. 1600’lerde adı "Şekerin Şarabı". Farklı karışımlarla çeşit çeşit içki üretiyorlar. En yaygını bol naneli "Mohito" ve limonata muamelesi görüyor. Yani içmeye sabahtan başlanıyor.
Trinidad mutlak görülmesi gereken bir kent. Küba’nın koloniyel kimliğini en iyi koruyabilmiş kent. UNESCO bu kenti ve Ingenios Vadisi’ni dünya kültür mirası listesine almış. Dapdar sokakları, yeşilin bin bir türünü barındıran iç avluları, ahşap çatkılı, rengarenk boyalı evleri, çiçek açmış balkonları, damları, pencereleri, rom ve puro kokan havası var. İnsanları el işlerinden, zanaatkarlıktan arda kalan zamanda müzik yapıyor.
Puro fabrikalarını ise adanın en batı ucundaki Pınar del Rio’da görüyorum. Bu yöre kalker oluşumlara, mağara ve dağlarla doğa harikası. Fabrika dedimse, orta boy odalar. Çoğu kadın, sıralara oturmuşlar, dizlerinde yaprakları açıyorlar sonra incecik parmaklarla içlerini tütünle doldurup sarıyorlar. Puronun lezzetli olması için müzik yayını yapılıyor ya da biri yüksek
sesle kitap okuyor. Yılda 160 milyon puro ihraç ediyorlar.
Kimilerinin diline doladığı "jinetara"lara (fahişelere) felince. Ben görmedim. Edindiğim izlenim ise, her ülkedekinden farklı değil. Ne daha çok, ne daha az.
Tatil bitti, herkesin dilindeki soruya verilen yanıtlar bitmedi: "Ya Fidel’den sonra ne olacak bu ülkenin hali?"

Küba yılda 150 milyon tane puro ihraç ediyor
Küba’nın gözbebeği çocuklar...
Küba’da dikkat çeken, çocukların bolluğuydu. Her yer, çocukların hükümranlığında... Siyahı, beyazı, mulatto’su birlikte oynuyorlar. Irkçılıktan hiç mi hiç nasiplerini almamışlar. Onca yoksulluğa karşın, üstleri başları tertemiz, bakımlı. Hele kız çocukları görülecek bir şey. Hepsinin saçlarında kocaman fiyonk kurdeleler... Bunlar bayram giysileri mi, diye soracak oldum, değilmiş, kurdele adettenmiş.
Küba’da çocuklar el üstünde tutuluyor. Gittiğim her kentte, kasabada, oranın merkezi olan bir meydan vardı. Her meydan, çocuklarının gözünün içine bakan, onları şımartan ana babalarla doluydu. Ülkenin genç bir nüfusu var. (On bir milyon nüfus. 15 yaşından küçük olanların oranı yüzde 22)
Tüm çocuklar okula gidiyor. En ücra köyde yaşayan bile... Cienfuegos’la Trinidad arasında vadiler arasında giderken otobüsümüz bir tepede durdu. İleride boşluğun ortasında tek odalı bir yapı vardı. Tamam dedi rehberimiz, işte bir okul. Yolculuğun lideri Faruk Pekin, Küba gerçeklerini çok iyi bildiğinden, araç gereci olmayan öğrencilere ta İstanbul’dan koli koli kırtasiye taşımıştı. Dar bir patikadan okula vardık. Dört öğrencisi, bir öğretmeni vardı. Aynı odada iki ayrı sınıfı yürüten öğretmen, bir öğrenci bile olsa görevini sürdüreceğini söylüyordu.
Hani Nazım Hikmet’in "Saman Sarısı" şiirinde "Küba’dan döndüm bu sabah" diye başlayıp, "Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?" dediği bölüm var ya... Hiç kuşkum yok, Kübalı çocukların gözlerindeki ışığı gördükten sonra yazmıştır o dizeyi.



CUMARTESİ