26.03.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:
Artık sözünün eri, hatalarını örtmeyen, hata yaptığında özür dileyen, şeffaf, doğruları söyleyen ve bu çizgide müşterisiyle sürekli ilişki içinde olan şirketler kazanabiliyor. Peki Türk şirketlerini bu yukarıdaki tarife göre nasıl değerlendiriyorsunuz? Ben son dönemdeki gelişmeleri oldukça umut verici buluyorum. Her ne kadar yolun çok başında olsak da, "marka yönetiminin" giderek öne çıkması kurumsal iletişimi de, kurumsal kimliği de yönetim kurullarının stratejik planlarının içine sokmalarına neden oluyor. Tevfik Dalgıç, bunun bir şirket için neden önemli olduğunu on iki maddede özetliyor. 1- Ürün ömürlerinin giderek kısalması.2- Deregülasyon: Katı koruyucu düzenlemelerin yerini serbest düzenlemelerin alması.3- Özelleştirme programları.4- Kamu sektörü ve kar amacı gütmeyen sektörlerde rekabetin artması.5- Hizmet sektöründe kızışan rekabet.6- Küreselleşme ve serbest ticaret bölgelerinin artması.7- Şirket birleşmeleri, evlilikleri ve şirket kapanmaları. 8- Kalifiye eleman azlığı.9- Kamu oyunda kurumsal davranışlarda dürüstlük beklentisinin artması.10- Şirket ve örgütlerin iç ve dış sınırlarının ortadan kalkması.11- Teknolojik gelişme, internet ve bilgisayar teknolojileri.12- Küreselleşen iletişim teknolojileri. İletişimin sonucu algılamadır. Altın kural şudur. Algılanan gerçektir.Harish Bijoor'un algılamaya yönelik bir yorumu vardır. "Marka aklın eseridir. Markanın kişiliğini ve gelişimini algılar yönlendirir. 80'lerde ürün yönetimi vardı. 90'lı yıllarda yerini marka yönetimine bıraktı. 2000'lerin başında da yapılan işe tekrar bir isim verildi. Algılama yönetimi. Markanın kendisi aslında bir algılamadır." Bir de Bersay'ın Başkanı Ali Saydam'ın şu sözlerini tekrar etmekte fayda görüyorum. "Ne yaptığınız değil, nasıl algılandığınız önemlidir. Bu bakımdan diğer kurumsal süreçlere ayırdığınız insan, zaman ve finans kaynakları gibi bu alana da kaynak ayırmak zorundasınız. Geçmişte bırakın kaynak ayırmak konusundaki kararlılık ve dikkati; CEO'ların iç ve dış toplantılarında iletişimin önemini titizlikle vurgulamalarını sağlamak için bile akla karayı seçerdik. Çünkü üst yönetim, iletişim çalışmalarının yararını bizzat görmüyor, kararlı bir şekilde stratejik iletişim planlamasının arkasında durmuyor ve alt kadrolara uygulatamıyorsa, ağzınızla kuş tutsanız, o kuruluşun sizinle birlikte hareket etmesi gereken kadrolarının yapılan işi ciddiye almaları asla mümkün olmazdı. Ama görünen o ki, markanın gücü anlaşıldıkça, en başta o markaya yıllarca yatırım yapmış kişi ve kurumlar, özellikle kurumlarına kendi adlarını vermiş olan aileler ve en nihayet halka açılma süreci içinde kurumlarını ve şahsi itibarlarını kalıcı bir şekilde koruma ve geliştirme zorunluluğu hisseden CEO'lar, iletişimi tıpkı üretim süreçleri, finansal ya da yapısal süreçler gibi temel bir kurumsal süreç olarak ele alıp yönetmeye başladılar." * * *Sonuç olarak kurumsal iletişimin her aşamasında bir şirketin Genel Müdürü'nden en alt kademede çalışan kişiye kadar tam ve eksiksiz uygulanmalıdır. Geçenlerde yazdığım bir yazıyı "Kurumsal iletişimi ciddiye alın..." diye bitirmiştim. Bugün de kurumsal kimlik üzerine bir iki satır yazalım. Ziya Paşa'nın ünlü dizesinde belirttiği gibi önemli olan "söylenen veya verilen sözler" değil, yapılan "işler" ve ortaya konan "eserler". Kişisel görüşüm laf ve işin sıklıkla birbiriyle ters orantılı olduğu yönünde. Yani söylenen veya verilen sözler arttıkça, yapılan işler azalmakta. İş yapanların nutuk atmakla, nutuk atanlarınsa iş yapmakla başları pek hoş değil. Diğer bir deyişle; çok daha fazla gürültü çıkarmakta yerinde sayanlar, koşanlara oranla. * * *İyi iş ortaya koyması için yaptığı işten zevk alması gerekiyor insanın, hayat boyu zevk alabilmesi için de sevdiği mesleği seçmesi. Büyüklerin küçükleri kendi düşüncelerine göre yönlendirmemeleri, onların farklı beğeni ve yeteneklere sahip olabilecekleri gerçeğini göz ardı etmemeleri gerekiyor. Yapılan işin nasıl yapıldığı, hangi işin yapıldığından çok daha önemli; tabi ki doğru olan işlerin yapılması koşulu ile. Bazıları çok şanslı, sıfırdan başlayıp istedikleri gibi yapabildikleri için işlerini. Bazıları ise zorunlular, öncekilerin bozduklarını düzeltmeye. Bazen de kalabalıklar lafla meşgulken, birkaç kişi çıkıp, görebiliyor bütün işleri.* * *Günümüzde bir toplumun veya ulusun gücü, çalışanlarının, özellikle de beyinleriyle çalışanlarının, gücü ile doğru orantılı. Toplumun önünde yer alan kişilerse, yürümekle yetinmeyip koşmak zorundalar. Bu koşunun hangi yöne doğru yapıldığı da son derece önemli. Geriye doğru koşanların yönettiği bir toplum, gerileyebiliyor hızla. Mehter takımının iki ileri bir geri gittiğini sananlar ise yanılgı içindeler. İki ileri gittikten sonra bir yana dönüyor; yani hep aynı yönde ilerliyor mehter takımı.* * *Laf çok önemli değilse de, peki hiç mi konuşmamalı? Kesinlikle hayır. Çok dikkatli kullanılmalı "Söz gümüşse sükut altındır" özdeyişi; özellikle de "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" ve "Bal tutan parmağını yalar" gibi atasözlerinin bulunduğu ülkemizde. Gerektiğinde konuşmamak da sakıncalı; en az, fazla konuşmak kadar. Bilgi sahibi olmalı öncelikle; ardından da uygun bir zamanlama ile en kısa ve doğru konuşmayı yapmalı, gerektiğinde. Lafa bakıp, insana inanılmıyor; insana bakıp, lafa inanılıyor. Hep doğruyu söylemeli, ama her doğruyu söylememeli... Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz Tunus Turizm Milli Ofisi'nin ve Tunus hükümetinin davetlisi olarak birkaç gün İzmir'den uzakta olacağım. Türkiye'yle son derece iyi ilişkiler içinde olan Tunus ile ilgili izlenimlerini dönüşte sizlerle de paylaşacağım. Görüşmek üzere... dsipahi@milliyet.com.tr Birkaç günlük izin