En Tıraş bıçağı reklamında oynadım

Tıraş bıçağı reklamında oynadım

24.11.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:

Bir tıraş bıçağı reklamına çıkıp 'Türk bilimadamı'nı canlandırmıştım. Büyük bir düğmeye basarken "Enerji verin!" diyordum. Bu reklamı, çıktığım kadına göstererek onu etkilemek istedim. Ama reklam bir türlü çıkmadı. Her çıkacak sandığımda onu TV karşısına oturttuğum için benim deli olduğumu düşünmeye başladı. Bu yüzden, birkaç yıl sonra Türkiye'ye geri döndüğümüzde, eve televizyon alarak ilişkimizi tehlikeye atmak istemedim

Tıraş bıçağı reklamında oynadım





Hepimizin yaşadığı bir çelişki bu: Hayattaki en yüzeysel şeyler aynı zamanda en önemli olanlar. Ben bu ülkeye ilk defa 1967'de, bir yıllığına gelmiştim ve bana en çok sorulan sorulardan biri Türk toplumunun o zamandan beri en çok hangi yönden değişmiş olduğu. Bu soru o kadar geniş bir soru ki nereden başlayacağımı bilemiyorum. İstanbul bir milyon nüfuslu bir şehirdi, daha yeşildi, özel araba yok gibiydi, bir dolar dokuz lira ediyordu, suşi yiyecek bir yer bulmak mümkün değildi, ve evet, televizyon da yoktu.
Hatırlamasam da, televizyonun yokluğu, eminim ki, Amerika'da büyümüş genç bir çocuğa, sinir sistemine yapılmış büyük bir saldırı gibi gelmiştir. Televizyon, içinden dünyayı izlemeyi öğrendiğimiz cam filtreydi. Bize ne satın alacağımızı söyleyen, iyi bir hayatın ne olduğunu açıklayan sadece televizyon değildi, bir de reklam vardı. O dönemde Türkiye'de yaşamanın keyifli yanlarından biri, insanın dikkatini dağıtan elektronik aygıtların olmaması diye düşünüyorum. İstanbul'da geçirdiğim ilk kış mevsimini ve bu şehirde harika bir huzur bulunduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Benim geldiğim yerde kış mevsimleri, Noel için hediyeye, yiyeceklere, yılbaşında içeceğe para harcasınlar diye insanlara sürekli gürültülü reklamların sunulduğu bir dönemdi.

Kastelli reklamındaki ünlüler
Türkiye'ye geri döndüm. 1982 yılında biraz daha fazla insan, daha az yeşillik vardı, hâlâ suşi yiyecek yer yoktu, bir dolar 180 liraydı, ve evet, sadece televizyon değil, artık reklam da vardı. Bütün film yıldızları ile şarkıcıların siyah beyaz ekranda görünüp, Banker Kastelli'ye methiyeler düzdüklerini hatırlıyorum; dediklerine göre 10 lirayı, kısa sürede 20'ye çıkarmak mümkündü. Olaylar pek de öyle sonuçlanmadı (Türkiye'de bazı şeyler o kadar da değişmiyor). Şanslı yatırımcılar 10 liralarını ancak 10 liraya çıkarmayı; şanssız olanlar ise paralarının tamamını kaybetmeyi başardı. Bunların içinde reklamda rol alan ve paralarını Banker Kastelli hisseleri olarak almış olan kişiler de vardı.
Ben Cüneyt Arkın'dan çok daha şanslıydım. O dönemde bir üniversitede çalışıyordum; ayda 30 bin TL kadar kazanıyordum ve bir tıraş bıçağı reklamında rol alarak ona yakın bir para kazanma fırsatı edindim. Paramı nakit olarak aldım. Reklam şu fikre dayanıyordu: Tek kullanımlık tıraş bıçaklarını yapmak için kullanılan teknoloji ile Satürn gezegenine gitmek için gerekli olan teknoloji birbirleri ile neredeyse aynıymış. Bana yabancı bir roket bilimcisi rolünü vermişlerdi ama sarışın ve mavi gözlü olmadığımı görünce, Türk bir bilimadamı olmamın daha iyi olacağına karar verdiler. Tek repliğimi hatırlıyorum. Çok büyük bir düğmeye basarken "Enerji verin!" diyordum.

Az daha Bakırköy'e gönderiliyordum
Aynı dönemde, ilerde eşim olacak olan kadınla çıkıyordum. Her akşam 20:30'da ana haber bülteninden sonra ve 'Olayların İçinden' adlı bir programdan hemen önce, kendimizi televizyonun önünde bulmak için bahaneler arıyordum; hani belki reklamı görürüz ve böylelikle onu etkilerim diye. Bir süre, her akşam televizyonun önüne geçtik, ama reklam bir türlü çıkmadı. Hatta bir akşam, Prenses Diana ve Prens Charles'ın düğününün Olayların İçinden'de gösterileceğini tahmin ettim ama yanılmışım ve müstakbel eşim gecemizi, Cumhurbaşkanı Evren'in, Bakırköy Akıl Hastanesi'ni ziyaret edişini bir kahvede izlemek için böldüğümü düşündü. En fazla iki saniye boyunca sadece kafasının arkası görünen ve düğmeye basan adamın bana ne kadar benzediği konusunda onu ikna etmeye çalıştığımda, beni Bakırköy'deki hastaneye götürmeye hazırdı bence.
Bu yüzden olsa gerek, birkaç yıl sonra Türkiye'ye geri döndüğümüzde, eve televizyon alarak ilişkimizi tehlikeye atmak istemedim. Artık İstanbul'da daha bile fazla insan, bir dolar karşılığında daha fazla lira ve bir sürü reklam gösteren renkli televizyon vardı. Deterjan reklamlarında animasyon çeteler yerleri silerken şarkı söylüyordu ya da sıvı deterjanlar bardakları öyle güzel temizliyordu ki, parıltıları bütün ekranı kaplıyordu. Bunlar yurtdışında yapılan, pahalı post - prodüksiyonların ürünüydü.
İşin garip yanı, artık benim de bir televizyonum var; hatta dijital sinyalleri alan bir çanak antenim bile var. Bütün gece, Türkiye'de olduğumu hatırlamadan, CNN, BBC ve Türkçe dublajı olmayan Amerikan filmlerini izleyebiliyorum. Her şey, Cumhurbaşkanı Evren'in televizyon yayınlarına hükmettiği ve TRT 1'deki yarım saatlik haber bültenlerinin bize bilmemiz gereken her şeyi söylediği 80'lerden o kadar farklı ki.

Reklamcılara çok güveniyorum
Bunun farkına vardığım için artık kendime karşı daha sıkı davranıyorum. O kadar fazla televizyon seyretmiyorum ve dolayısıyla utanç verici şekilde her şeyden kopmuş durumdayım. Geçen gün, profesör bir arkadaşımla bir kafede oturuyorduk ve bana yan masada oturan İbrahim Tatlıses'in dansöz sevgilisini gösterdi. Daha önce onun göbeğini görmemiş olduğum gibi, Çocuklar Duymasın'ı da, Asmalı Konak'ı da izlememiştim. Türkiye'nin kendisi hakkında gerçekten ne düşündüğünü anlamak için daha fazla reklam izlemem gerektiğine karar verdim.
Reklamcılara güvenim çok. Onlar, ülkenin moralinin nasıl olduğunu anlamak ve insanların kendilerinin bile sahip olduklarını bilmedikleri bazı ihtiyaçlarının ne olduğunu öğrenmek için çok para harcıyorlar.
Çok şaşırdım. Galiba reklamcılar da -ki artık o bilgisayar grafikleri, animasyonlar ve yanar döner efektler Türkiye'de de yapılıyor, benim gibi 60'larda, televizyonun olmadığı günlerde yaşamayı özlüyor. Reçel için yapılmış bir reklam izledim. Sadece geleneksel değil, daha gelenekseldi; gerçi Türkçem çileğin nasıl bu kadar gelenekle yoğrulmuş olabileceğini anlamaya yetmiyor. Sonra, kalp yetmezliği adına değil de, çocukluklarını tekrar yaşamak için yoğurdun üstündeki yağ tabakasını iştahla yiyenler var (sanırım kaymak da böyle bir şey zaten). Artık, mübarek Ramazan ayı da en az Batı'daki Noel kadar ticarileşmiş durumda. O günkü orucun sona erdiği artık top atışıyla değil, bir Coca - Cola kutusunun geleneksel 'fsssk' açılma sesiyle ilan ediliyor.
İnsanların artık roket bilimi istemediklerini, yani en azından sevgilileriyle birlikteyken Satürn'e roket fırlatabilecek kadar istemediklerini anlamak için roket bilimcisi olmak gerekmiyor. 60'ların daha basit ve daha geleneksel dünyasında yaşamak isteyenlere önerim şu: Televizyonlarına gidip fişi çeksinler.



BUSINESS