Kültür Sanat Gerçekten 11/9’un romanı mı?

Gerçekten 11/9’un romanı mı?

11.09.2008 - 01:20 | Son Güncellenme:

“Perende” (1998), “Columbus’un Kadınları” (2000), “Arkası Yarın” (2001), “Transit Yolcular” (2002), “Kül ve Yel” (2004) ve “Cemre “(2006), 10 yıllık yazı yaşamına sığdırılmış kitaplar. Son romanı “Kafdağı” da Müge İplikçi okurlarını şaşırtmayacak kıvam ve tatta.

Gerçekten 11/9’un romanı mı

Bugün, yani 10 Eylül 2008’de, CERN’deki (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) büyük deney başarıyla sonuçlanır, söylendiği gibi, kazasız belasız atlatırsak, dünya var. Bu satırlar da var. Dahası, yarın da 11 Eylül. Daha da doğrusu, 11 Eylül’ün yedinci sene-i devresi. Evet, şöyle bir hatırlayacak olursak, bundan tam yedi yıl önce, yani 11 Eylül 2001’de, (bir Salı günüydü), iki uçak ikiz kulelere çarpmış, iki binden fazla kişi ölmüştü (İlk elde bu kadar. Yoksa o günden bu yana onlara her geçen gün yeni birileri katılıyor). İşte, Müge İplikçi’nin son romanı, “Kafdağı” için bu trajedinin romanı diyemeyiz. 

Bir gazeteci ile eski bir terörist 
Hele hele, bunu şu şekilde özetleyemeyiz: İşte, romanda iki kadın var. Biri, Zahide. Amerika’da yaşayan Pakistanlı bir diş doktoru. Kocası terörist. Kendisi de, başında onlardan. Ne var ki, tanık koruma programı altına alınıyor. Ama sonradan Zahide’nin ikili oynayan bir ajan olduğu ortaya çıkıyor. Kadın, bunun üzerine intihara kalkışıyor. Ne çare, kendi ölmüyor, çocukları ölüyor. Zahide, ulus aşırı gezici hapishanelerde (uçaklarda) bir beyin yıkama operasyonuna tabi tutulurken, 17 Ağustos’ta oğluyla kocasını kaybeden gazeteci Emel, burs kazanıyor. Amerika’ya geliyor. Derken efendim, iki kadının yolları kesişiyor.
Aslında Emel’le Zahide, daha eskiden tanışıyorlar. Şöyle ki, vakti zamanında, yani aynı üniversitede okurlarken Zahide, Emel’i son anda havuzda boğulmak üzereyken kurtarıyor. 17 Ağustos’ta enkaz altında kalan Emel, bu vefa borcunun etkisiyle Zahide’nin peşine düşüyor. Bu arada, sahneye Zahide’yle Emel’in ortak bir tanıdıkları çıkıyor: Richard Shelton. Shelton, romanın kötü karakterlerinden. Sonra, bir başka kötü daha var: Karen Blaster Bu ikisi beyin yıkama operatörleri. Böyle böyle gölgeler vücut, vücutlar gölge olurken, Zahide Emel’e, Emel Öznur’a dönüşecektir.  
Midir gerçekten?
Bunu söyleyemeyiz. Söyleyemeyiz çünkü, postmodern metinlerde, her şey mümkün. Her şey, hiçbir şeydir. Hiçbir şey de her şey. Düş gerçektir, gerçek düş. Var yoktur, yok vardır. Dünya dünya içindedir. Giz giz içinde. Bu hiçlik ve belirsizlikte, bu dünyalarda ve hayatlarda, doğru ve yanlış, suç ve suçsuzluk nereye evriliyor derseniz. Ses sese, kül küle karışırken, başlangıçla son iç içe geçiyor. Üst üste biniyor. Acıysa hiç kaybolmuyor: 

“Artık herkes suçluydu”
“16 Ağustos’u 17 Ağustos’a bağlayan gece, Adapazarı treni yavaş yavaş Haydarpaşa’dan ayrıldı. Yine de vagonları yaladı şu cümle: Per me si varta la Perdua Gente. Sanki Kafdağı stadyumu dile gelmiş konuşuyordu. Kentin cam çatılarının güneşle mırıldandığı bir saatti sanki, oysa hala geceydi. Kentin denizle uzaklardaki kıraç tepeleri arasına kibirli bir ihtişamla kurulmuş karanlık stadyumun renksiz iri hoparlörlerinden bu tuhaf sözcükler ve arkasından boğuk bir müzik yükselmeye başladı. (...)
Mucizevi bir tınısı vardı müziğin, ancak bir o kadar da iticiydi. Sevmekten bahsederken öldüren kara bir büyünün yeniden yeryüzüne salınışıydı sanki. Dokunduğu yerlerde tuhaf bir his çıplak ve çıplak gözle seçilmesi zor bir is bırakarak yoluna devam etti. Müzikte saklı kekremsi bir tat etrafa saçılmıştı sanki; vernik kokusuyla bezir yağı arası bir karışımı andıran bu kokunun asıl nedeninin müzik olduğunu anlayamadı uyuyup gitmiş kentliler; ancak uyurgezer kentliler için de aynıydı durum. Hepsi çok yorgundular, çok meşguldüler.
(...)Tanımını koyamadıkları bu ses denize, dalgalara, öte yandan tepelere doğru yayıldı, sonra kaybolmadı sadece saklandı. Alt tarafı bir ses-müzikti. Ancak iş bununla kalmadı. Korkunç patlama sesi o sırada geldi. Kafdağı stadyumunun sesten inleyen kolonları insanlık ayıplarının üzerine bir nisan yağmuru gibi yağdı, aktı, sızdı. Artık herkes suçluydu.”
Uzun sözün kısası,  “Kafdağı”, hem yapısal olarak hem de tematik anlamda Müge İplikçi okurlarını (dolayısıyla postmodern metin okurlarını) fazlasıyla hoşnut edecek bir kıvam ve tatta. n