Gündem ‘Zafer, galibiyet ve şeref sizin hakkınız’

‘Zafer, galibiyet ve şeref sizin hakkınız’

26.08.2022 - 07:00 | Son Güncellenme:

Atatürk’ün yakın arkadaşı Salih Bozok’un Büyük Taarruz’un başladığı günden itibaren tuttuğu muharebe notları mücadelenin zorluğunu ve zaferin haklı gururunu anlatan anılarla doludur… Dumlupınar’da Mustafa Kemal Paşa’yla karşılaşan esir Yunan askerleri şaşırır, muharebeyi bizzat alandan yönettiğini öğrenen bir Yunan komutanın ağzından başlıktaki sözler dökülür...

‘Zafer, galibiyet ve şeref sizin hakkınız’

Mert İnan - İstiklal Harbi’nden itibaren Atatürk’ün yanından bir an olsun ayrılmayan Salih Bozok, Büyük Taarruz boyunca da çocukluk arkadaşının yanı başındaydı.

Haberin Devamı

Bozok, anılarında 26 Ağustos’tan başlayarak yaşadıklarını not etmişti. 26 Ağustos, yani taarruzun başlayacağı sabah çadırları terk ettiklerini belirten Bozok, o anları şöyle anlatır; “Henüz hava karanlıktı, yolu görebilmek üzere önümüzden bir iki fenerli asker çıkardık. Vadi ile tepe arasında muntazam yol olmadığı için hayvanlara binmiştik. Kocatepe’ye muvasalat ettiğimiz zaman şafak yeni sökmeye başlamıştı. Birinci ordu kumandanını orada bulduk. Saat dörde gelmişti, herkes büyük bir heyecanla dürbününe sarılarak düşman mevzilerini gözetlemeye başlıyordu. Toplarımız gürledi. Taarruz başlamıştı...”

Yarım saat süren topçu ateşinden sonra mitralyöz ve piyade tüfeklerinin işlemeye başladığını, kısa bir süre sonra da Kalecik Sivrisi’nin kahraman askerlerimiz tarafından alındığını not eden Bozok, şöyle devam ediyor: “Hepimiz birbirimizi tebrik ediyor ve muvaffakiyet için temennide bulunuyorduk. Güneş biraz yükseldi, Kocatepe’de bulunanlar düşman tarafından görülebildi. Tam bu sırada düşmanın büyük çaplı toplarından birinin mermisi bizim bulunduğumuz tepenin altında patladı. Bu mermiyi ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü takip etti. Anladık ki düşman, oradan geçmekte olan hasta nakliyatına mahsus arabalarımızı hedef ederek ateş açmaktaydı. Düşmanın yaralılarımıza karşı bu tecavüzleri devam etmekte iken, kahraman efradımız da Tınaz ve Belen tepelerindeki Yunan mevzilerine şiddetli hücumlarda bulunmakta idi...”

Haberin Devamı

‘İlk esirler 2. gün karargâhta’

26 Ağustos akşamı ve ilerleyen günlerde top mermilerinden çıkan alevlerin geceyi aydınlattığına da anılarında yer veren Bozok, yaşananları anlatmaya devam eder: “Akşama kadar devam eden taarruz muvaffakiyetimizle neticelenmiş, düşmanın bir çok mühim noktaları elimize geçmişti. Akşam karanlığı etrafı sarınca, ufukta patlayan mermilerin çıkardığı alevler seçilmeye başladı. Geceleyin de taarruza devam edilmesi kararlaştırılmış olduğundan muharebe sabaha kadar fasılasız sürdü. İlk Yunan esirleri ertesi sabah, taarruzun ikinci günü karargâhımıza getirildi. İlk esir kafilesi 20, 30 kişiden ibaretti. Afyon’un geri alındığına dair telefon geldi. Gazi Paşa, o akşam; ertesi günü Afyon’a gitmek için lâzım gelen tertibatın yapılmasını ve hareketimizden sonra karargâhın da oraya taşınmasını emir buyurdular.”

Haberin Devamı

‘Çil yavrusu gibi dağıldılar’

Afyon’a girdikleri sırada, şehrin muhtelif kısımlarından yükselen alevlerin, gittikçe genişleyerek mahalleleri birer kül yığını halinde bıraktığını notlarına ekleyen Bozok’un hatıratından yansıyanlar şöyle: “Düşman kaçarken şehri ateşlemişti. Afyon’da kumandanlara karşı halkın gösterdiği tezahüratı bugün dahi aynı heyecanla yaşamaktayım. Afyon’da belediye dairesinde kaldık. Başkumandanlık muharebesinin olduğu günün gecesi idi. Yatıyordum. Bir ayak sesi ve bir gürültü işittim. Uyandığım zaman yeni gelen bir rapora muttali oldum: Düşman pek fena bir vaziyete girmişti. Bunun üzerine Gazi Paşa hazretleri, sabahleyin Dumlupınar’a hareket etmek kararını verdiler. Gazi Paşa Birinci Ordu’nun, Fevzi Paşa da İkinci Ordu’nun harekâtını takip etmek üzere erkenden Afyon’a hareket ettiler. Bozguna uğrayan düşman efradı çil yavrusu gibi dağıldılar, dağlara, tepelere, ormanlara iltica ediyorlar....”

Haberin Devamı

‘Hacianestis kıpırdamadı’

Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki kurmay heyetin Dumlupınar’a geldiklerinde yanlarında eşya bile olmadığını, sabaha kadar toprak üzerinde yattıklarını da notlarına ekleyen Bozok, manzarayı şöyle özetliyor: “Eşyamız ancak ertesi gün öğle üzeri geldi. Gazi Paşa’nın çadırlarını köy evlerinden birinin damı üzerine kurduk. Tam bu sırada Fırka Kumandanı Kâzım Paşa muharebede esir edilmiş olan dört Yunan generalini getirdi. Bu generaller, bir gün evvel başkumandan paşanın esir edilmelerini telefonla Kemaleddin Sami Paşa’ya emir buyurdukları kolordu kumandanları idi. Gazi Paşa generallerle görüşerek icap eden malûmatı aldı. Generallerden birisi kendilerine sorulan suallerin hitamını müteakip, kiminle teşerrüf etmekte olduğunu sordu: ‘Mustafa Kemal Paşadır’ dedik. Hayretle gözlerini açtı, inanmak istemiyordu. Sualini tekrarladı, ‘Bu Mustafa Kemal Paşa, bizim bildiğimiz Mareşal Mustafa Kemal midir?’ dedi. Görüştüğü zatın hakikaten Başkumandan Mustafa Kemal Paşa olduğunu öğrendikten sonra: ‘Dün burada mıydı?’ diye sordu. ‘Başkumandanlık muharebesini bizzat kendisi idare etmiştir’ cevabını verdik. Düşman generali bir müddet sustu. Sonra nazarlarını hürmet ve takdirle Gazi Paşa’ya atfetti ve dudaklarından şu sözler döküldü, ‘Zafer, galibiyet, şeref ve bu topraklar... Her şey sizin hakkınızdır. Bizim Hacianestis İzmir’den kıpırdamadı.”

Haberin Devamı

‘Başkomutan’ın gözleri nemlenmişti’

Uzun zaman Atatürk’ün yaverliğini yapan Muzaffer Kılıç da 30 Ağustos’a giden süreç ve sonrasına ilişkin hatıralarında, çilelerle dolu günlerin sonunda gelen Büyük Zafer’i anlatır. Büyük Taarruz’un başladığı ana ilişkin gözlemleri şöyledir:

“Saat 05.30... 26 Ağustos sabahı... Başkumandan tarassut dürbününün başında düşman tahkimatına bakmak üzereyken, topçumuz ateşe başlıyor. Şu anda Mustafa Kemal’i, Ankara’da ecnebi mümessillere verilen bir ziyafette sanan düşman için ne acı bir sürpriz.”

Kılıç, anılarının devamında, Sakarya’da hezimete uğrayan düşman kuvvetlerinin Akşehir-Afyon hattına çekildiğini, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın ise sürekli olarak imha taarruzu yapma fikrinde olduğunu anlatıyor ve ekliyor: “Bu taarruzun tam bir baskın şeklinde yapılabilmesi için her şeyi ince ince, uzun uzun hazırlıyordu. Başkumandan’ın bu fikrine bazı kumandanlar iştirak etmiyorlardı. Eldeki imkânlarla böyle bir taarruzun şimdi muvaffak olacağından şüpheliydiler.”

Büyük Taarruz’un başladıktan sonra tonlarca cephanenin su gibi akıp gittiğini yazan Kılıç, zafere giden süreçte yaşanları şu sözlerle naklediyor: “Bir aralık cephane vaziyetini soran Başkumandan da, aldığı cevaptan üzüntülü... Büyük bir soğukkanlılıkla emrediyor: ‘Tek mermi kalıncaya kadar ateşe devam edilecektir!’ Sonra şöyle devam ediyor: ‘Cephane ikmalimizi düşmandan yapacağız. Son raporlar geldi mi? Yarın öğleden sonra Afyon’da olacağız!’ diyor. Herkes birbirinin yüzüne şüphe ve tereddütle bakmakta... Birinci Ordu Kumandanı: ‘Paşam çok yoruldunuz. Yarın mühim ve hayatî kararlar vereceksiniz. 1-2 saat uyuyunuz’ teklifinde bulunuyor. Hava kararmış, Çiğiltepe henüz alınamamıştır. Bu vaziyette yarın öğleden sonra Afyon’da olacağımıza kimse inanmıyor. Fakat, ertesi günü şafakta başlayan taarruz, düşmanı Çiğiltepe’den de atmış, mağlûp kuvvetler Afyon ve Sincanlı ovasına dökülmüştür. Başkumandan öğleden sonra Afyon’a geliyor.”

Başkomutan saygı duruyor

Kılıç’ın anılarında en çarpıcı bölümleri ise Büyük Kurtarıcı’nın savaş meydanına bakarken gözlerinin dolduğu sahne oluşturuyor: “Başkumandan Afyon’da, Balmahmut’ta Birinci Ordu Karargâhına geliyor. Son keşif raporlarını harita üzerinde tetkik ettikten sonra, Dumlupınar civarında bulunan 4’üncü Ordu karargâhına hareket ediyor. Başkumandan ayakları tamamen kısaltılmış bir batarya dürbünüyle harekâtı takip ve idare ediyordu. Düşman topçusunun mermileri çok yakınlara düşüyordu. Başkumandan sigarasını içiyordu. Güneş guruba yaklaşıyordu. Bir aralık başını çevirerek: ‘Güneş topçumuzun rüyetine mani oluyor. Fakat biraz sonra süngülerimize vuracağı akisleriyle düşmanın rüyetini tamamen kesecek’ dedi. Az sonra ‘Allah! Allah!’ sesleri işitilmeye başladı. Hücum eden piyadelerimizin süngüleri, güneşin kızıl hüzmeleri altında yalımlar yapıyorlardı. Hayret ediyordum... Her şey sanki onun iradesine bağlıymış gibi, ne derse o oluyordu. Bu anda Başkumandan’ın yüzünde, görülür bir ıstırap ifadesi vardı. Allah! Allah! diyerek çığ gibi düşmanın üzerine devrilen binlerce askerin ölümü istihkar edişleri, onun insan kalbini tesiri altına almıştı. Yanan sigarasını yere attı ve düşman ateşine aldırmadan siperde doğruldu? Bu kalkış sevdiği ve üzerine titrediği askerlerinin manevî huzurunda bir ihtiram (saygı) vazifesi idi. Askerlik sanatının büyük dahisi, büyük stratejisti, harpten ve kandan açıkça nefret ediyordu. Gözleri nemlenmişti. Güneş ufukta kaybolmak üzereydi. Eliyle muharebe sahasını göstererek: ‘Hacıanestis! Mağrur kumandandın! Neredesin? Gel, ordularını kurtar... diye bağırdı.”