Kültür Sanat Kadının adı var

Kadının adı var

01.09.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

Murathan Mungan, Nedim Gürsel, Mario Levi, Ahmet Ümit ve Selim İleri... Türk edebiyatının beş usta yazarı, kalemi aralarında dolaştırarak yazdı: Beş erkekten bir kadın öyküsü. Birinin bıraktığı yerden diğeri devam etti adı konmuş, adını koymuş kadının öyküsüne. 30 Temmuz 2006'da kaybettiğimiz Duygu Asena'nın güzel hatırasına...

Kadının adı var

BİR MEKTUP, BİR GÜL, BİR SESSİZ TELEFON... ÜÇÜ DE AYNI HAFTAYA DENK GELMİŞTİ... I MEKTUP, GÜL VE SESSİZ TELEFON Yaşamıyla ilgili ciddi kararlar aldığı, önemli değişikliklere gitmeyi tasarladığı aynı hafta içinde birdenbire üç şey oldu. İsimsiz birinden bir gül, imzasız bir mektup, bir de sessizliği uzun süren bir telefon almıştı. Üçünün kaynağının aynı kişi olması, ona nedense pek olası görünmüyor, yaşamının üç dönemecinden aldığı üç ayrı işaret gibi geliyordu. En çok telefonun sessizliği ürkütmüştü onu, kimselerin numarasını bilmediği yatak odasında duran başucu telefonu çaldığında, çok şaşırmıştı; kimse onu bu numaradan aramazdı. Almacı kaldırdığında, numaranın rastlantıyla çevrilmiş olma olasılığını zayıflatacak kadar uzun bir sessizlik olmuştu. Belli belirsiz birinin soluğu duyuluyor gibiydi; ürküntü verse de tehditkar değildi bu sessizlik; sonra telefon kapanmış, bir daha da arayan olmamıştı. Öğle yemeğinden döndüğünde masasında bulmuştu gülü. İlkin özel bir gün olup olmadığını düşünmüştü. Değildi. Sarı, gerçek olamayacak kadar sarı bir güldü bu. Hüzünden çok dirim ve aydınlık duygusu uyandıran bir sarılıkta, tomuru yeni açılan bu gül, birdenbire gününü ışıtmıştı. Altmann'ın şimdi adını anımsayamadığı bir filminde, evi yalnızca sarı eşyalarla döşenip donanmış olan Shelley Duval, aynı zamanda film boyunca ayçiçeği sarısı giysiler giyiyordu. Çirkin oldukları için yaşama ve yarışma şansı olmadığı düşünülen kadınların, dünyadan caymayan aydınlık gülümseyişi gibiydi ayçiçeğinin sarısı. Güzelliği bir mahkumiyet biçiminde yaşamak zorunda bırakılan kadınların dünyayı güzelleştiren hayatlarına tersinden tutulan bir ışık! Film nedense ona bunları düşündürmüştü. Bu gülde birdenbire o filmi düşündüren ne olabilirdi? Çiçeğin sarılı olduğu yüzeyi pürtüklü somon rengi ham kağıt, belli özenle seçilmişti. Gene belli ki, onun, sarıya, güle, kağıda düşkünlüğünü bilen ve eylemine gizem katmayı seven birinin işiydi bu. Çiçeğin üzerinde, gönderenin adının yazılı olduğu bir kart ya da başka bir işaret yoktu. Çiçeği odaya kimin bıraktığını da gören olmamıştı. Gayet okunaklı, özenli yazılmış imzasız mektuptaki el yazısı yabancı, ama yazılanlar çok tanıdıktı. Yazılanların olanca tanıdıklığına karşın, yazanın kim olduğunu saklayan bu mektubun, usta ve mahir bir kalemden çıkmış olduğu anlaşılıyordu.Mektubu okuyup bitirdiğinde, yaşamımızın bazen nasıl muhteşem bir öyküye dönüştüğünü düşündü. Bir mektup, bir gül, bir sessiz telefon... Üçünün de aynı haftaya denk gelmesi bir raslantıyla açıklanabilir mi? Bilmiyor. II Telefon sabahın çok erken saatinde çalmış olmalıydı, hiç sevmediği deyişle belki "acı acı", belki uzun, çok uzun. Telefon ne diye acı acı çalsın ki, uzun ya da kısa çalabilir ama "acı" olan bizim duygularımız. Her gece uykuya dalmadan önce kulaklarını tıkadığı için duymamış, ne var ki, uykuyla uyanıklık arasındaki o tuhaf durumda, belki bir düşün ilk görüntüleriyle birlikte karanlıkta iri bir kara böcek gibi duran telefonun çaldığını sanmıştı. O ses, yolunu yitirmiş gemileri uyaran bir sis çanı olabilir miydi? Ya da Boğaz'dan geçen bir tankerin boğuk sireni.Yataktan kalktı, perdeleri çeker çekmez gün ışığı vurdu yüzüne, gözleri kamaştı.Yalnız da olsanız, yanınızda yattığını hayal ettiğiniz erkeğin düşleri sizin düşlerinize karışmıyorsa, bir yaz sabahına uyanmanın mutluluğu hep eksik kalır, diye düşündü. Sabah böyle güzel, güneşli ve dingin, kentin uğultusundan uzak bir mahalledeki evin Boğaz'a bakan yatak odasında başlasa da. Bir an yatağa dönüp çıplak gövdesiyle çarşafların içinde kaybolmak istedi, sonra caydı. Telefon da tam o anda çaldı zaten. Bu kez telefonun ucundaki ses, bir önceki gibi bekletmedi. - Günaydın!Biraz kısık, sigaradan sertleşmiş, oldukça çekici bir erkek sesiydi. Önce ne diyeceğini bilemedi, sonra "Kimsiniz?" diye sordu. Sorguya çeker gibi sormadı, hayır, telefonun ucundaki sesin kimliğini gerçekten bilmek istiyordu.- Bana Şafak diyebilirsiniz.- Şafak mı? Neden?- Sizi her sabah şafakta uyandırmak istiyorum da ondan.Birden Truffaut'nun filmindeki o sahne çaktı belleğinde. Ne tuhaf, bu ara eski filmleri ne çok anımsıyordu. BANA ŞAFAK DİYEBİLİRSİNİZ... III Durdu. Ne diyeceğini bilemedi. Bir telefon, bir haber ya da bir davet hiç beklemediğiniz bir anda hayatınızın akışını değiştirir. Unuttuğunuzu sandığınız bir geçmiş, içinizde yavaş yavaş yürümüştür. Yıllarca ertelenmiş bir umudun izleridir belki de farkına varılmaksızın sürülen. Zaman kendini inşa eder, sonra da birileri sizi bulur... Telefonun öbür ucundaki ses çok uzaklarda kalmış bir insanın sesi gibiydi ama, bir o kadar da yakındı sanki. Birkaç anlık bir sessizlikten sonra toparlanabildi.- Beni... Nasıl buldunuz? diye sordu. Arayanın kim olduğunu anlamaya çalışmanın bir başka yoluydu bu elbet. Telefondaki sesin sahibinin hafiften gülümsediğini hisseder gibi oldu. Kendine fazla güvenli miydi, yoksa tam aksine, güvenliliği mi oynuyordu?.. - Bazı şeyler sandığınızdan çok daha kolaydır, dedi adam.Sesinde bir sevecenlik de vardı, yaşanmışlıklardan gelen hayatla barışıklık da... Bir şeyleri anlatmaya, hatırlatmaya çalışan bir sesti duyduğu. Yanılması mümkün değildi. Ama çıkaramıyordu işte. Belleğine hep çok güvenmişti oysa. Nasıl oluyordu da kendisine bu kadar yakın gelen bir sesin kime ait olduğunu bulamıyordu? Bu bilinmezlik, içine bir ürperti yaydı. Verecek bir karşılık bulamadı bu sefer. Sessizlik öncekinden daha uzun sürmüş olmalıydı ki, adam aynı sevecenlik ve kendine güvenle seslendi.- Sizi tekrar arayacağım... Gidişi olanların hikâyesini düşünün...Kısa bir sessizlik daha yaşandı. Kadın yine bir yanıt veremedi ve telefon kapandı. Donakaldı. Almacı bir süre daha kulağında tuttu, sonra da o kesik kesik düdük sesiyle kendine geldi. Kalp atışları hızlanmıştı. Yatağının kenarında oturuyordu. Artık özenle boyattığı, aklarını gizlediği uzun kumral saçlarını düzeltti, sonra da kalkıp aynanın karşısında, birçok parfüm ve kozmetik ürünüyle dolu şifonyerin üzerinde bulunan tokalardan biriyle topladı. Kalktı, geceliğini, külodunu çıkardı. Çıplak bedenine aynanın karşısında hafiften gülümseyerek baktı.Hikâyesi o anda böyle bir bakışı gerektiriyordu çünkü. Yaşı için iyi buldu kendini. Göğüsleri hiçbir zaman büyük olmamıştı ama hâlâ sarkık sayılmazdı. Biraz karnı, biraz da selülitleri vardı ama, istese bunlardan da rahatlıkla kurtulabilirdi, biliyordu. Banyoya gitti, duşun altında her zamankinden daha çok kaldı. İşyerine erken gitmeye eskisi kadar özen göstermiyordu zaten artık. Uzun süredir ertelediği o kararı alabilmişti en nihayet. Aileden kalma bu evi satması da pek kolay olmamıştı ama, sonunda yapabilmişti işte. Yakın çevresi ona, ağız birliği etmişçesine Gümüşlük'te sıkılacağını, önünde sonunda İstanbul'a döneceğini söylüyordu ama, başkalarının söylediklerine kulak asmamak hayat tarzı olmuştu bir kere. Hırslarına yenik düşen insanların hayatlarını istemiyordu artık. Hırslarına yenik düştüğü onca yıldan sonra... Şimdi, tam da yeni bir dönemeci almaya çalıştığı bir zamanda bunları yaşıyordu işte.Tedirgin olmuştu. Olmasına olmuştu da, olayları yine de kendi akışına bırakacaktı. Yaşananlar böyle bir duruşu gerektirmemiş miydi zaten?Duştan çıktı, kurulandı. Sonra da böyle bir sabahta, böyle bir telefondan sonra, evde daha fazla kalamayacağını fark etti. Sık sık gittiği, kıyıdaki çay bahçesinde kahvaltısını edebilirdi. Apar topar giyindi, dışarı çıktı. Güneşli, hafiften rüzgarlı bir mayıs günüydü. Bu mevsimi severdi. Hayatının birçok önemli buluşmasında baharın sesleri ve kokuları vardı. Tesadüfleri de çok sevmesi bundan mıydı acaba? Yolunun üzerindeki pastaneden yeni çıkmış, sıcaklığı üzerinden gitmemiş bir peynirli börek aldı. Gün fena başlamamıştı.Çay bahçesi o saatte çok kalabalık olmazdı. Denizin hemen kenarında bir masa buldu kendine. Bir demli çay istedi. Çantasından, işyerine, o gün gelemeyeceğini bildirmek için, cep telefonunu aldı.Mektubu, o meçhul insandan gelen mektubu o anda gördü. Okumuş, sonra bir daha okurum düşüncesiyle oraya koymuştu.Önce telefon etti. Sekreterine, o günkü iki toplantıyı iptal etmesini söyledi. Sekreter kız, zaman zaman çok otoriter bir kadına dönüştüğünü bildiği patronuna karşı nezaketi elden bırakmadı ve bu kararın nedenini bile sormaksızın gerekeni yapacağını söyledi. Lafı fazla uzatmadan telefonu kapadı. Artık alışmıştı. Gerektiğinde sertleşmek, hatta kırıcı davranmak, yaşadığı dünyanın ve verdiği savaşın kurallarından biriydi. Kimi günler insanları kırdığını gördükten sonra, işyerindeki odasına kapanıp ağladığı da olmuştu ama, başka türlüsünü yapmaktan kaçamamıştı. Yaşananlar yaşanmıştı sonuçta. "Kampanyalar beklieyebilir ama, hayat asla..." dedi kendine, yine reklam diliyle düşündüğünü ya da en azından o anki duygusunu dile getirdiğini fark etmeksizin...İçinden buruk bir sevinç geçti birden. Yıllar boyunca büyük mücadeleler vererek bir yerlere getirdiği reklam ajansının yeni sahipleri vardı artık. Kısa bir süreliğine arada bir danışman sıfatıyla bulunmayı kabul etmişti ama bu sürecin de sonuna geliniyordu. Sevinci bundan kaynaklanıyordu. Sevincin burukluğuysa bu kararı daha önce vermemiş olmasından. GİDİŞİ OLANLARIN HİKÂYESİNİ DÜŞÜN Hayatı, şöyle bir bakıldığında o kadar da kötü bir hayat değildi yine de. Babasının görevi nedeniyle bulunduğu Ankara günlerinde okuduğu Tevfik Fikret Lisesi'nde, sonra da zamanla dizi filmlerdeki rolleriyle kendisine haklı bir şöhret edinmiş bir kız arkadaşıyla İstanbul günlerindeki o mütevazı daireyi paylaştığı döneminde Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü'nde aldığı eğitim, birini New York'ta, ötekini ülkesinde yaşadığı, ikisi de çocuksuz, hüsranla biten iki evlilik, iş hayatındaki başarılar, mücadeleler derken, heyecanlı, birçok kadının gıpta edeceği bir hayatı geride bırakıvermişti işte...Denize bakarak bunları düşünürken, yarıladığı çayını soğuttuğunu fark etti. Garsondan çayını tazelemesini istedi. Çayını içerken de mektubu eline bir daha aldı, yavaş yavaş okumaya başladı. Mektuptaki ses de, tıpkı telefondaki ses gibi tanıdık bir sesti, evet. Bunu daha ilk satırlardan hissetmesi mümkündü..."...Deniz kimi geceler pencerelere tuzunu bırakıyor... Özellikle de her şeyin ve herkesin uzun bir uykuya dalmış göründüğü kış aylarında... Bu hayatta bir tek senin dokunuşların eksik... Yıllardır sabırla beklediğim dokunuşların..." sözleri boğazında adını veremediği bir şeylerin düğümlenmesine yol açtı...Denize bu kadar yakın, büyük şehrin uğultusuna bu kadar uzak bir ev... Bu hayal onun en gerçek hayaliydi... Bu hayali bu kadar iyi bilen kimdi, kim olabilirdi?.. Mektuba devam etmedi. Gözlerini kapadı. Kadınlığının belki de en güzel dönemini yaşadığını düşündü. Bir de ilk kez, mektubu yazanla, telefondaki adamın aynı adam olabileceğini... Ne var ki eldeki ipuçlarıyla parçaları böyle birleştirebilmek de mümkün değildi. En azından henüz mümkün değildi... IV Çayını yeniden yudumlarken kör adamı gördü; her sabah olduğu gibi köpeğiyle yürüyüşe çıkmıştı. Bakışları iri köpeğin sarı tüylerine takıldı. Kendisine gönderilen güllerle aynı renkte miydi? Aynı anda kör adamın siyah gözlüklerinin ardındaki görmeyen gözleriyle kendisini süzdüğünü hissetti. Dikkatle baktı adama, gülümsüyor muydu? Yok canım, olur mu öyle şey? Bak, paranoya yapmaya başlamıştı sonunda. Telefondaki adamın sesini düşündü; evet tanıdıktı ama kim olduğunu çıkaramıyordu işte. Mektuba döndü. "...Yıllardır sabırla beklediğim dokunuşların... Evet dokunuşlarını hiç unutamadım. Dokunuşların, biraz ürkek, ama alabildiğine içten... Parmaklarının ucundan yayılan o tuhaf sıcaklık. Bir keresinde dayanamayıp öpmüştüm parmak uçlarından; bir parça tuzluydu ve mis gibi lavanta kokuyordu..."O anda fark etti lavanta kokusunu. Derin derin içine çekti. Mektuptan mı geliyordu? Burnuna yaklaştırıp kokladı. Evet, kağıt mis gibi lavanta kokuyordu. Lavanta... Güneşli sabahın içinde bir şimşek çakar gibi oldu. Gözlerinin önünde masmavi bir gece belirdi. Gecenin içinde lavanta kokulu bir ev. Denize bu kadar yakın, büyük şehrin uğultusuna bu kadar uzak bir ev... Hayalindeki ev. Hayır, bu ev hayal değil, bir anıydı. Çok uzaklarda kalmış, artık hayale dönüşmüş bir anı. Ev, mavi bir gecenin içindeydi. Evin lavanta kokan bir bahçesi vardı. Bahçede sarı güller. Evet, ona gönderilen gül kadar sarı güller. Yere uzanmıştı, lavantaların yanına. Başının üzerindeki iri sarı güllerin arasından gökyüzündeki yıldızlar görünüyordu. Yıldızlar lavanta kokuyordu, güller lavanta kokuyordu, yanında biri daha vardı, o da lavanta kokuyordu. Elleri, yanındakinin avcunun içindeydi. Ürkekti ama mutluydu; hiç olmadığı kadar, hiç olamayacağı kadar mutluydu. Yanındaki uzanıp parmak uçlarından öpmüştü onu. Dudakları ılıktı, nemliydi, cesurdu. Sarışın bir yüz belirdi gözlerinin önünde; gecenin maviliğinde koyulaşan iri ela gözler. - Gün, diye mırıldandı, bu, Gün olmalı. Aklına bu olasılık gelir gelmez tüyleri diken diken oldu. - Ama bu imkansız. Gün öldü. Tedirginlik içinde gözlerini kırptı, çevresine bakındı. Boğazı kurumuştu bardaktaki son çayı içtiyse de boğazının kuruluğu gitmedi. - Ama Gün öldü diye mırıldandı yeniden. O korkunç patlamada öldü. Otuz küsur yıl öncesinin gazete kupürlerini gözünün önüne getirmeye çalıştı. "Şafak Yıldızı adlı operasyonda üç terörist ele geçirildi." Şafak yıldızı mı? Telefondaki adamın sözleri çınladı kulaklarında:- Bana, Şafak diyebilirsiniz... Sizi her sabah şafakta uyandırmak istiyorum....Gün, her sabah şafakta uyandırırdı onu. Deniz daha önce hiç kimse dokunmamış, hiç kimse girmemiş gibi, hiç kimseyi tanımamış gibi masum olurdu. Yanyana yüzerlerdi, kulaç kulaca, saatlerce, kıyıdakiler uyanıncaya kadar. Onlar kumsala çıkmadan kimse uyanmazdı. Sonra Gün evine giderdi, bahçesi sarı güllerle kaplı, eşiğinden bacasına kadar lavanta kokan evine. O, kumsalda bir başına kalır, Gün'ün uzaklaşan gölgesini izlerdi. Gün, onun kendisini izlediğini bilirdi ama aldırmadan yürürdü. Ta ki evin kapısına ulaşıncaya kadar. Kapıya gelince döner, sıcacık gülümserdi. O gülümseme, bir dahaki buluşmaya kadar ona yeterdi. Sonra Gün, sarı güllere, lavanta kokularına, o tuhaf eve karışır giderdi. - Gün diye mırıldandı yine ürpererek; bu, Gün olmalı. ÜÇ TERÖRİST ELE GEÇİRİLDİ V Yürüyordum. Kimse sarı güller göndermemişti. Kimse telefon açmamıştı. Kimseden mektup almayalı yıllar...Yürüyordum; bu kentten, hayatımdan kaçmak hayaliyle sarsılmış, hep sarsılmış.Gün öldü. Bir tek onun ölümü gerçek. Birçok Gün öldü, öldürüldü. Sararmış gazete sayfalarında bazılarının adını, soyadını okuyabilirsiniz. Belki silik fotoğrafları.Gün yıllar önce öldü. Lavantalar, sarı güller, yıldızlar sonraki hayatımın çırpınışları. Paraya boğulmuş, paradan başka değerleri artık unutmuş hayatımın.Hayatım yalan.Herkes gibi olmayı; size, gelecek, başarı, mutluluk diye neyi sunuyorlarsa, neyi öneriyorlarsa, onların peşinden sürüklenmeyi ne zaman seçtim? Gün öldükten sonra mı?Gazetelerin sararık sayfalarında adım yok. Oysa... Ölmediğim için mi bir adım yok?Niye ölümdü onları bekleyen ve beni alıp götüren, kendimin olmayan bir hayata? Sabahleyin fırlayıp çıktığım Boğaziçi'ndeki çatı katı... Yürüyordum, kıyıdaki bohem lüksün az berisinde dar sokaklar, düşkün evler. Oralara epeydir uğramamıştım. Fakat bu sabah... Kahveden kaçtım.Bu sabah, şafak vakti - Şafak diye bir isim uydursam da - içinden çıkamadığım bir sorgulamayla uyandım. Çöküş nerede başladı? Benim için ve çevremdekiler için. Yükselirken çökmek. Ardım sıra hayatım sürükleniyordu, iki kocam, New York, reklam kampanyaları, başarılı işkadınının röportajları, gülümsediğim fotoğraflarım, ipek, signe takılar."Bir an önce Gümüşlük'e gitmeliyim" diyordum bir yandan da. Deniz, gece, bir kadeh bir şey içmek, pervasızca atlatmak orta yaşın cinsel krizini, ızgara ahtapot, deniz börülcesi, roka ve balık.Oysa hepsini defalarca yaşamış, Gümüşlük'e defalarca gitmiş; âşık olduğumu sandığım erkeklerden yıprak, mutsuz, ilişkilerden pişman, geri dönmüştüm. Nereye?Nereye? Ekonomik özgürlüğümü elde ettiğimi sandığım çalışma hayatına. Parçalanmış cinsel özgürlüğümden.Sonra yine kaçmıştım, ruhum yorgun düşünce. Kaçmıştım, Bodrum, Gümüşlük, güney, yazevi, tekne, bakir koylar. Dokunuşlar... Kimse kimsenin dokunuşlarına aldanmaz aslında.Bir zamanlar küçük sevinçler de duyardım. "Nerede, ne zaman yitirdim sevinçleri Allahım" diyordum. Yanıtlar yoktu.Gülleri uydurdum. Sarı güller. Kadınların bir demet çiçeğe ihtiyacı olduğu sanılır. Köpeğiyle haşır neşir kör adamı gördükten sonra bir demet, bir buket çiçekten vazgeçtim.Kocaman bir boşlukla boğuşarak, "Yarın yarın!" diyordum, hayata yeni başlayacakmış gibi. Hayata yeniden başlayabilirmişim gibi.Bu kez kendim için değil. Kendim için başladığım hayat can yaktı, geçti gitti, kılıca uğrattı.Bu kez kendim için değil. Başkalarının hayatını da duyarak, duyumsayarak. Olabilirmiş gibi bu.Mektubu kendime yazıyordum. Daha dün gece. Hayatımın bütün acılarını ve yalanlarını. Yine Edgar, yine "Addio, mio dolce amor"... Meçhul birinden gelmişçesine, şarkı da mektup da.Gülleri kendime gönderiyordum. Telefonu uyduruyordum. Gün'ün ölümünü çoktan unutmuşken. Birden o ölüm geri geldi. Gün'ün ölümü. Yüzlerce, binlerce çocuğun, sağ, sol, kız, erkek, ülkücü, Dev-Yolcu, Dev-Solcu, silahlar, cenazeler, at arabasında taşınan tabutlar; Puccini ve müzik, durduramıyordu: Birbirlerine öldürtülen çocuklar!Yürüyordum deniz kıyısında, az berisindeki dar sokaklarında deniz kıyısının, başka deniz kıyılarını, deniz kentlerini özleyerek. "Edgar", "Madama Butterfly", "Manon Lescaut", bütün aryalar -Beni bıçaklarlar mı?- bütün tinerci çocuklara!Yükseldikçe batmış; kendi ayaklarım üzerinde duramaz olmuştum.Neden bu iflas dökümü! Çatlayan dalgalar ortasında.Tozpembeyi yırttıkça, siyahta... simsiyahta, kapkarada ışık.Geri dönüyorum, gençliğimi, ülküyü, hayatımı benden çalanlarla ödeşmek için. Gidişi olanların hikâyesinden ölünceye dek geri dönüyorum, sonsuza dek geri dönüyorum. Ecinnilerin sarıp sarmaladığı yaşamlarımızın muhteşem bir öyküye dönüşmeyeceğini, küçücük kalacağını bildiğimden... ÖLMEDİĞİM İÇİN Mİ BİR ADIM YOK?