Kültür Sanat Eski yaz konserleri

Eski yaz konserleri

05.08.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

NAİM DİLMENER

Eski yaz konserleri

Eski yaz konserleri

Eski yaz konserleri
NAİM DİLMENER
Yaz mevsimlerinde sahil kahveleri, çay bahçeleri, lunaparklar, yazlık sinemalar, gazinolar, çadırlar, her türlü tezgâhını kurmuş, hazırlığını yapmış bizi bekliyor olurlardı. Ve tabii ağustosta İzmir Fuarı...

YAZ demek, herkesin sokağa dökülmesi demek. Eskiden de öyleydi, şimdi de. Hatta eskiden daha çok öyleydi. "Klima" lüks ötesi bir şeydi ve herkesin serinlemek, ferahlamak, hava almak için yapabileceği tek şey kendini sokağa atmaktı. Evden dışarı çıkıldıktan sonra gerisi bin türlü getirilebilirdi. Sahil kahveleri, çay bahçeleri, lunaparklar, yazlık sinemalar, gazinolar, çadırlar... Her türlü tezgâhını kurmuş, hazırlığını yapmış bizi bekliyor olurlardı. Cepte - çantalarda çekirdek, fındık, fıstık içeri süzülür, çayımızı - kahvemizi - gazozumuzu ısmarlar keyfimize bakardık. Bu tür yerlerin büyük bir kısmında bir sahne de olur ve herkes bir çay - gazoz fiyatına, sevdiği şarkıcıyı - türkücüyü seyretme imkânı bulurdu. Artık mekân sahibinin gönlünden ne kopmuşsa onu seyreder dururduk: Gönül Akkor, Behiye Aksoy da olabilirdi; Cem Karaca, Gökben, Sevtap Eti de. Bazen de ikisi ya da üçü birden... Tabii, şimdiki gibi pahalı kulüp ya da gazinolar da yok değildi.
Hatta her şey onlarla başlamıştı ve öyle devam ediyordu. Ama yalnızca onlar değil, yukarıda saydığımız mekânlar da vardı ve bu saydıklarımızın, "Gidemiyoruz, bütçemiz elvermiyor" gerekçesiyle kapılarının tıklatılmaması söz konusu değildi. Yazın gelişi, memleketin dört bir yanında ama özellikle İstanbul ve İzmir gibi sahil şehirlerinde müthiş bir tantanaya yol açardı.
Bu iki şehir dışında kalan yerler, havaların ısınmasıyla birlikte sayısı artan "turne"ler vasıtasıyla karşılarında bulurdu sevdiği şarkıcı ya da sinema oyuncularını. İşbilir organizatörler, kendilerine; "bir Türk müziği - bir halk müziği - bir aranjman şarkıcısı" seçer, üzerine bir dansöz, bir de bir - iki şarkı ezberlediğinde şarkıcılığı da kıvırabileceğine inanılmış bir sinema oyuncusu ekler ve Anadolu yollarına düşerlerdi. Şehir şehir gezerdi her ekip. Kimi zaman genişçe bir çay bahçesinde, kimi zaman bir yazlık sinemada, bu da yoksa bir lisenin müsamere ya da bir resmi kuruluşun konferans salonunda halkın karşısına çıkılırdı.
Çalınır söylenir, cepler dolu, memnun dönülürdü. Kimi zaman kavga - gürültü de çıkmaz değildi. Afişlerde adı geçen "Ajda Tekkan’ın", bildiğimiz meşhur şarkıcının kendisi değil de bir taklidi olduğunu ancak anlayabildiğimizde, kimse bizi tutamaz ve kıyameti koparırdık.
"Yuhölar çekilir, sandalyeler hem kırılır hem fırlatılır, sahnedeki şarkıcı ile çıkarılamamış keyif, bir de bu yol denenerek çıkarılmaya çalışılırdı. Daha farklı, daha komik şeyler de olmaz değildi. 60’lı yıllarımıza, birkaç türlü damgasını vurmuş olan Kudret Şandra, "Yeşilçam’dan Kâbe’ye" adlı kitabında, bir sürü şeyin yanında, bu turnelerde başına gelenlerden de söz açar:
"1969, Çaycuma, Bartın ve Amasra konserlerinde ilgi ve müşteri çekmem için sansasyonel bir modelle sokaklarda yarı çıplak reklam gösterileri yapıyordum. Yanımdaki mini etekli yarı çıplak dansözlerimle rekabet halinde olduğum Muammer Karaca, Münir Özkul ve Ankara Radyosu halk ve Türk müziği ünlü sanatçılarıyla devamlı karşılaşarak, rekabetli yaşam savaşı veriyorduk. Bu toplulukları yıldırmak ve müşterileri bizim sinemamıza çekmek için uğraş verip her mücadeleyi mübah sayıyordum. Çünkü benim konser grubum Yeşilçam’ın figüran kızlarından oluşan, bugün ise Avrupa sahnelerinde birer şöhret olan amatör tele kızlardan müteşekkildi... Ben de çıkarlarım ve dünyalık menfaatlerim aşkına figüran yetiştirmelerimle ancak sansasyonel polisiye ve adliye olaylar çıkarıp basında sık sık yer alan bir reklam tarzı ile, gittiğim her yerde sinemaları doldurup; kapı, cam ve çerçevelerin kırılmasına sebep oluyordum... Amasra’daki Pazar yerinde yine reklam için dolaşırken öyle şiddetli bir deprem olmuştu ki... Pazara alışverişe gelen kapalı mümine hanımların şöyle konuştuklarını duyduk: İşte kıyamet alametlerinden biri de bunlar, dinsiz ve inançsız kimseler yüzünden başımıza daha neler gelecek?"
Şandra’mızın, Yeşilçam’dan Kâbe’ye uzanan yolun ortalarında bir yerde denk geldiği bu olay, bu tür turnelerde, her şeyin o kadar da kolay olmadığını gösteriyor bize. Bartın, Amasra ya da herhangi bir kasabanın o sırada tek ziyaretçisi sizseniz mesele yoktur, sahneye çıkar ve salonu tıklım tıklım bulursunuz. Ama sizden başka ekipler de varsa, "rekabetli yaşam savaşı" vermeniz gerekebilir. Her türlü ekip turneye çıkarmış işte. (Sonradan Avrupa sahnelerinde birer şöhret olabilecek) "amatör tele kızlardan" oluşan bir kadro kurmuş olan Kudret Şandra’dan tutun da, "Ankara Radyosu sanatçıları", çeşit çeşit tiyatrolar, komedyenler, hisseli harikalar kumpanyaları...

Açıyor perdesini açıyor
İstanbul ve İzmir ise her zaman çok daha şanslı olan şehirlerdi. Yazın hemen başı ile birlikte İstanbul iyice bir hareketlenir, ağustos ayında İzmir Fuarı’yla bütün hareket İzmir’e kayardı. Ama Fuar’ın başlaması bile İstanbul’u durdurmaya yetmezdi. Her türlü aracıya, torpile rağmen İzmir’den teklif alamamış ve İstanbul’da kalmış epeyce isim, işine burada devam eder, buradaki mekânları çınlatmaya çalışırdı. Yazın gelişi, en önce, ciddi, adı - sanı iyiye çıkmış mekânları harekete geçirirdi. Bu tür yerler, programlarını, daha mart - nisan aylarında bağlamış olurlardı. Orkestralarımız, şarkıcılarımız, bahar aylarında kulüp, pavyon ve gazinolar arasında pay edilirdi: Yeşilköy’deki Çınar Oteli, Kanat Gür Orkestrası; Yeşilyurt’taki Klöb Mini, Los Guantes Rojos; Yeniköy’deki Boğaziçi Gazinosu, Halikarnas 6 ve her yaz Amerika’dan biraz para toplamaya gelen İbrahim Solmaz Orkestrası; Caddebostan Gazinosu, Kadri Ünalan ve Arkadaşları; Bomonti’deki Klöb X, Doruk Onatkut Dörtlüsü; Harbiye’deki Kervansaray, Üstün Poyrazoğlu Orkestrası ve Tekin Işık Orkestrası; Ortaköy’deki (günümüzde kıyamet kopartan Laila ya da berisinde bir yeri olan) Lido, Vasfi Uçaroğlu Orkestrası; Elmadağ’daki Oriental, Selim Özer Orkestrası; aynı bölgedeki Parizyen, Neşet Can Orkestrası; Moda Klübü, Şerif Yüzbaşıoğlu Orkestrası; Büyükada’daki Anadolu Klübü, Ertan Anapa Orkestrası; Kınalıada’daki X Klüb, Boğaziçi Gazinosu programından önce sahne alacak olan Halikarnas 6 ile el sıkışmışlardır. Bütün orkestraların gözlerine kestirdikleri mükemmel Taksim Belediye Gazinosu ise hiç şüphesiz Erol Büyükburç ve grubuna kısmet olacaktır. Erol Büyükburç, giderek artan ünü ve yaygınlaşan "genç kızların sevgilisi" ünvanı nedeniyle bu sahneye kurulmuştur. Bir "Türk Müziği" egemenliği altındaki gazinolarda da, başta "assolist" olmak üzere, aşağı yukarı bütün kadro ile bir şekilde el sıkışılmıştır. Maksim’de Behiye Aksoy, Bebek Belediye’de Gönül Yazar, Yenikapı Gar Gazinosu’nda Gönül Akkor, Bebek Maksim’de Zeki Müren; diğer yerlerde de Saime Sinan, Sevim Tanürek, Sevim Tuna vardır. Alt kadro da, gazinolar arasında dolaşıp duran, aşağı yukarı aynı isimlerden müteşekkildir. "As altı" olarak herkesin ilk aklına gelenler Ajda Pekkan’dır. Üç - beş "prenses" lakaplı dansöz, (başta Ahmet Özhan ve Naim Akan olmak üzere) birkaç Türk Sanat ve Halk Müziği şarkıcısı, şu ya da bu böceği namlı bir - iki komedyen ile de, her gazino, işin gerisini bildiği gibi getirmiştir işte. Aynı isimlerin, aynı sıralarda, farklı gazinoların kadrolarında yer alabilmesi imkansız gibiydi elbette. İşin "racon"u buna imkan vermezdi. Ama aynı gece içinde, hem bir gazino hem de bir kulüpte pekala sahne alınabilirdi.
Diyelim ki Gönül Yazar, Bebek Belediye’deki programını müteakiben taksiye atlar, karşıya geçer ve biraz önce Rüçhan Çamay’ın inmiş olduğu Reşat’ın sahnesine kendini atardı. Avni Anıllar, Yusuf Nalkesenler döktürülmüş Bebek Belediye’nin aksine, Reşat’ın sahnesi "Çapkın Kız", "Gel Desen Gelemem ki" ve benzeri "aranjmanölarla inletilirdi...

Yere bakan yürek yakan
Yazlık sinema, çay bahçesi, çadır ve benzeri yerlere ise herkes ama herkes gelebilir, şarkısını söyleyebilir, oradakileri eğlendirebilirdi. Bu tür yerlerde sahneye çıkmak işin "extra"sı gibi görülüyordu. Yaz boyu bir gazino ya da kulübe kapılananlar da, yüz bulamayanlar da bu tür yerlerde sahneye çıkardı. Buralar, işin "ilave kazanç" getiren mekânlarıydı. Bu tür mekânlar arasında, Yeşilköy Reks ve Caddebostan Budak sinemaları en ünlenmiş olanlardı. Hafta boyu eski - yeni, yerli - yabancı her türlü filmi göstermiş olan bu sinemalarda, cuma ve cumartesi geceleri özel konserler yapılırdı. Sahneye en son Cem Karaca, Timur Selçuk, Barış Manço ya da muadili biri çıkardı genellikle. Ondan önce de, aklınıza gelen gelmeyen herkes: Gökben, Nazan Şoray, Füsun Önal, Neşe Alkan, Mavi Işıklar... Dönemine ve ününe göre şu ya da bu... Genellikle "Batı müziği" söyleyenlerin egemenliği altında olurdu bu konserler. Sahneye çıkanların büyük bir kısmı kendi şarkılarını söyler, çeker giderdi. Başta Nazan Şoray olmak üzere, kendi şarkısı olmayanlar ise, tamamen Ajda Pekkan şarkılarından oluşan bir repertuvar sunar ve alkışları öyle toplardı. Ajda Pekkan, şarkılarıyla memleketin her karışını titretirdi o yıllarda. Her şarkısı kapanın elinde kalır, hatta bazı ünlü şarkılarını herkes birden söylemeye niyetlenirdi. Bu nedenle, aynı gece içinde, diyelim ki "Yere Bakan Yürek Yakan"ı birkaç kere de dinleyebilirdik. Önce Neşe Eren, sonra Beyza Başar, en son da Nazan Şoray söylemiş olurdu bu şarkıyı: "Bilmem yüzümden belli mi, gülerken işveli işveli, içimde ah neler gizli..." Başta Ataköy, Yeşilköy, Kocamustafaşa, Yenikapı, Yeniköy, Emirgan ve Moda’daki çay bahçelerinde de durum aşağı yukarı aynıydı.
Tek fark, burada, sinemalardaki gibi dört başı mamur bir kadro olmazdı. Sahneye her gece yalnızca bir tek şarkıcı çıkardı. Ama hiç olmazsa her gece bir şey vardı buralarda. Bu tür yerlerin etrafı, dışarıdaki bedavacıların seyretmesini engellemek için, akşamüzeri, branda ya da benzeri şeylerle çevrilmeye başlanırdı. "Adisyon mecburidir" ya da "meşrubat mecburidir" şeklinde duyurular da asılı olurdu kapılarda. Kapının hemen girişindeki el arabalarından leblebinizi, çekirdeğinizi alıp içeri süzülmekle bitmezdi iş. Gizlenmenin, kalabalığa karışmanın da imkânı yoktu. Gözlerini dört açmış garsonlar, kime servis verip kime vermediklerini anında bulurlardı: "Beyefendi siz ne alırdınız?.." Ne alınacaktı ki? Henüz ‘90’ların bolluğuna çok vardı. Çay, kahve (elbette Türk kahvesi; çeşit çeşit kahve bir yana, daha "Nescafe" bile yoktu) ya da meşrubat... Cola, meyvalı ya da sade gazoz. Pepsi - Cola, Coca Cola, Uludağ, Ankara ya da Fruko gazozları... Bunlardan birini ısmarladınız mı da, artık rahat ettiniz demekti. mekân kapanana kadar oturabilirdiniz. Kimisi her gece Yenikapı’daki çay bahçesine Müslüm Gürses’i dinlemeye giderdi, kimisi Yeşilköy Camlı Köşk’e her gün değişen bir başkasını. Bir de çadırlar vardı. İstanbul’un ancak bir iki yerine kurulan bu çadırlarda, bir gazinonun tüm programı olduğu gibi tekrar edilir; "uvertür - halk müziği - aranjman - dansöz - komedyen - assolist" formülü, bir alt kategoriden de olsa yeniden uygulanırdı. Artık gazinoların teklif götürmeyeceği kadar yaşlanmış ya da gözden düşmüş isimleri de, işte bu çadırlar bağrına basardı.

Başlıyor, fuar başlıyor
Ağustos’un gelişi ile İzmir Fuarı’nın tantanası başlardı. Dergiler, gazeteler, kimin nerede sahne alacağını, kimin kiminle el sıkıştığını büyük bir heyecanla duyurmaya başlardı.
Uzun yıllar piyasayı etkilemiş "sinemadan sahneye" transferleri, fuar fırsat bilinerek bir anda artardı. Leyla Sayar, Muhterem Nur, Sevda Ferdağ, Ayhan Işık, Göksel Arsoy, Filiz Akın, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit gibi isimler, en çok İzmir Fuarı sahnelerinde kendilerini "sahici bir şarkıcı" sanabilecekleri kadar ilgi görüp alkış toplarlardı. Sahneye geçmeyi bir türlü kabul etmeyenler için, her yıl aynı şeyler yazılır çizilirdi. Fuar öncesi "Türkan Şoray (ya da Orhan Gencebay) nihayet bu yıl fuarda sahneye çıkacak," şeklinde atılan başlıklar, fuarın başlamasından sonra "Bu yıl da kimse onları kandıramadı," şekline dönüşürdü. Ama teklif alanlar, kabul edip gidenler için işin hiçbir zaman garantisi yoktu. Teklif alamamış olanlar, hiç olmazsa "Bu yıl fuara gitmemeye kararlıyım," şeklinde bir beyanat verip, şanını - şerefini lekelenmekten kurtarmaya gayret ederdi. Ama gittikten, bir iki gün ya da bir hafta çalıştıktan sonra kovulanlar için böyle bir imkân da kalmıyordu. Gazino patronlarının, fuar öncesi büyük umutlarla, her türlü talebi - kaprisi karşılayarak oluşturduğu dev programlar, işlerin iyi gitmemesi ve kadronun ödenen parayı çıkartamayacağının anlaşılması üzerine tel tel dökülmeye başlardı: "Filanca programını yarıda kesti dönüyor", "Falanca artık dayanamayacağım deyip ayrıldı" gibi başlıklar kol gezmeye başlardı basında ya, hepimiz bilirdik; patron "Ya yevmiyenin yarısı ya dışarı," demişti, bunu içine sindirenler, "Aman bir rezalet çıkmasın," diyebilenler kalmış, diğerleri bavulunu toplamış dönmüştü işte. Son bir gayretle, İstanbul’a dönüşünü diğer şarkıcılarla rekabete, kavgaya bağlayanlar yalnızca komik oluyor, kimseyi inandıramıyorlardı. Ders de almıyorlardı. Her yıl aynı şey tekrarlanır durulurdu. Büyük bir heyecanla İzmir’in yolunu tutan bin kişinin beş yüzü ilk iki günün, kalanların yarısı birinci haftanın sonunda "kürkçü dükkanı" İstanbul’a dönerdi. Kalanlar da yarı aç yarı tok zor bela tamamlardı fuarı. Tamamlar ve "Bir daha mı fuar, asla" derdi, ta gelecek fuara kadar.
İzmir Fuarı devam ediyor. "Halk gazinoları yerine pahalı gazinolar açıldı," diye yakınan epeyce insan var ama bir şekilde aynı tantana sürüyor. İstanbul’da ise, her şey tamamen değişti. Yazlık sinema, çay bahçesi, çadır diye bir şey kalmadı. Gazino da kalmadı gibi. Pahalı kulüplerimiz ve açık hava mekânlarımız var. Açık Hava Tiyatrosu ve Rumeli Hisarı gibi mekânlar, hâlâ makul bir fiyata; Ajda Pekkan, Nilüfer gibi dev isimleri seyretme imkanı tanıyorlar herkese. Ama diyelim ki Mustafa Sandal, İzel, Asya, Deniz Seki, Serdar Ortaç ve benzeri genç isimleri seyredebilmek için bir şişe değil, bir kasa gazoz içmek bile yeterli değil. Bu ve buna benzer isimleri seyretmek adına kapıdan itibaren başlayan "teşrifat" dalgasının her bir adımında ceplere para sıkıştırmak, şampanyalar açtırmak zorundasınız.
Allahtan ille de seyretmemiz şart değil. Ama biz gitmiyoruz diye, o yerler dolmuyor, Serdar Ortaç ve benzerleri işsiz kalıyor değil. Bu tür yerler tıklım tıklım. Gitsinler. Birbirlerini kesip / süzüp saçsınlar paralarını. Belki, "Yapay serüvenlerin mevsimi yaz", bizim için her geçen gün biraz daha sıcak, biraz daha kurak anlamına gelmekte ama, Açık Hava ve Rumeli Hisarı da iki adım ötemizde işte. Hâlâ rüzgâr esiyor, hâlâ bir parça nefes alabiliyoruz.