Pazar Azıcık aşım kavgasız başım

Azıcık aşım kavgasız başım

29.02.2004 - 00:00 | Son Güncellenme:

Nimet Candır 80 yaşında bir işçi emeklisi... Torunu Egemen, Tarih Vakfında gönüllü olarak çalışıyor. Onun tavsiyesi üzerine görüştük kendisiyle: "Kendi kafama giderim. Kendi işimi kendim yapıyorum. Gider, ekmek- sigara alır, bir saat kadar dolaşır, evime gelirim. Sonra yemeğimi yer, çayımı demlerim. Sefam olsun. Ne demişler: Azıcık aşım, kavgasız başım"

Azıcık aşım kavgasız başım

İÇİMİZDEN BİRİ / NİHAT DURAK 1924 İstanbul doğumlu Nimet Candır. Babası Mustafa beyin erken yaşta ölümünün ardından berberlik yapan ağabeyini kaybeder. Ablaları ve annesi ile birlikte yaşar uzun yıllar. İlkokulu bitirir bitirmez çalışmaya başlar. Kendi deyimiyle "annesinin erkeği olur". Nişantaşındaki ilaç laboratuvarında çalışır ilk olarak. Valikonağı Caddesindeki emprime fabrikasında iş bulur daha sonra. Fabrikanın kapanması üzerine Kurtuluşta açılan Vakkonun fabrikasına ustabaşı olarak geçer. Daha sonraları otellerde çalışır. Bu arada Ayhan bey ile evlenir ve oğlu Altan doğar. 60lı yıllarda çok sevdiği annesini kaybeder. Kısa bir süre sonra eşinden ayrılır. Oğlu Altanı ablasına bıkakır ve işçi olarak 1964 yılında Batı Almanyaya gider. 1978 yılında döner gurbetten. Öğrenim yılları boyunca para gönderip destek olduğu oğlu büyümüş, Hukuk Fakültesini bitirmiştir... Nimet hanımla Nişantaşındaki evinde görüştük. İstanbulda geçen çocukluk ve gençlik yıllarından başlayarak Münihe kadar uzanan Nimet Candırın yaşamına ayırdık bu kez, 54 haftadır süren "yaşayan tarih" sayfamızı... Bir yaşında yokmuşum babam öldüğünde, dördümüzü annem büyütmüş, hiç evlenmemek şartıyla. Ufacık tefecik bir kadındı. Sokak bilmeyen, eviyle uğraşan bir kadın. Tütün sarardı. Bir sigarası vardı, gezmesi yoktu. Akşama kadar duvarın üstünde oturur, beni beklerdi, işten gelicem diye. Ablalarım evlenip gidince, ben kalmıştım evde. Beraber çalışıp beraber geçinirdik." 13 yaşında ilkokulu bırakır ve ilaç laboratuvarında çalışmaya başlar: "Valla işte zar zor (ilkokul) beşe kadar bitirdik, hayat çalışmaya düşürdü bizi. Eniştemin ısrarlarına karşın okumadım, Yetti artık dedim. Okusaydım, ya terzi ya da hemşire olurdum." Etrafındaki pek çok genç gibi o da emprime fabrikasında çalışmaya başlar. "İpek Film Stüdyosunun üstü emprime fabrikası oldu. Oraya girdik. Beş sene kadar çalıştım orada. Emprime basılıyordu. Sonra iş çok büyüdü, Kurtuluştaki fabrikayı açtılar. Vakko iş veriyordu bize. Böyle yirmi beşer metre büyük masalar, onların üstüne kumaş geriliyor, boyanıyordu. İki taraflı kızlar kumaşları gerer, onun üstüne kalıplar basılır, ondan sonra askıya konur, askıdan da yıkanmaya giderdi. Emprime mendil, eşarp oluyordu. Yedi lira haftalık alıyorduk. Azıcık yoruluyorduk. Bazen yatıyorduk geceleyin fabrikada. Sabahçılar gelince kalkıyorduk. Gene devam akşama kadar, işleri bitirmek mecburiyetindesin. Patron istiyor. Adam satış yapacak, olmazsa ne yapacaksınız, yetiştirmek mecburiyetindesiniz... O zamanlar valla hayat çok ucuzdu. Çalıştığımız para idare ediyordu bizi. Çok çalışıyorduk ama rahattık. Sonra emprime yorucu iştir, o pisliklerin içinde biraz eziyetçidir yani. Empirme fabrikası kapandı. Vakko, Kurtuluşa gitti, biz de oraya gittik. Kızların ustabaşısıydım orada." Nimet hanım bir süre sonra Ayhan bey ile tanışır ve 1955te evlenirler. Bir yıl sonra oğulları Altan doğar. Bu arada yeni bir iş bulur: "Hiltonda bir sene kadar çalıştım. Çok güzeldi işim, çok beğenildim, yükseğe çıktım, yani daha yüksek kata aldılar beni." Oğlunun hastalığı nedeniyle devam edemez oteldeki işine, işsiz kalır: "Artık bıkmıştım boya kokularından. Otelde de biraz çalışmıştım. Ondan sonra da bir arkadaşımla birlikte Almanyaya gitmeye karar verdik. Önce bir gittim, 40 gün kaldım. Geldim, tekrar müracaat ettim, gidiş de o gidiş. 78de de dönüş yaptım." II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupada, özellikle de Batı Almanyada işgücü ihtiyacı baş gösterir. Bunun üzerine Türkiye ile B. Almanya arasında 13 Haziran 1961 yılında işgücü ihracını tanımlayan sözleşme imzalanır ve ilk işçi kafilesi 24 Haziranda gönderilir. Bu tarihi takip eden dönemde binlerce insan gurbet ellere göç eder: "1964te Almanyaya gittim. Önce Tophane İşçi Bulma Kurumunda göz, kaş, ağız, burun, diş, her tarafı muayene ediyorlardı. Hiçbir sakatlığın olmayacak, okuma-yazma bileceksin, bu şartların hepsi bizde mevcuttu, kabul edildik. Oğlumu ablama bıraktım ve gittim. İlk olarak konserve fabrikasına vermişlerdi beni. Biraz acayipti fabrika. Suların içinde, Almanlar var, dokunuyor insana, oturacak yer yok; hiçbir şey yok. Fabrikaya gelen dokuz kişiyiz. Patron saklanmış konserve fabrikasında, sonradan anlattılar. Bizden evvel gelenler hepsi böyle şalvar giymişler, yemeni bağlamışlar, eğer bunlar da şalvarlıysa demiş, katiyen işe almıycam. Araba hepsini gene köyüne götürecek. Bizim ne şalvarımız var ne yemenimiz bağlı, hepimiz gayet şık giyinmişiz. Tamam, bunlar onlara benzemiyor, hepsini alın, eve götürün demiş patron." İşçisin, çıktın mı hanımsın Kısa bir süre sonra iki arkadaşıyla Münihe geçer Nimet hanım: "Almanyaya gittik ya, kafamızda hep zengin olacaz, hep o var. Adam kıtlığı da var, herkes adam istiyor. Siemens adam arıyordu. Münihteki fabrikanın lojmanına yerleştik. Sadece işçiler kalıyordu. Orada (sorumlu) İstanbullu bir madam vardı. Almanım diyordu. Bizi severdi. İkişer kişi, üçer kişi, dörder kişi kalıyorsun böyle, Siemens parasını kesiyor aylığından. Burada lojman deniyor, işte orada da Heim (haym) deniyordu. Kimi öyle çoluğunu çocuğunu, kimi kocasını bırakmış. Kimi kocasından ayrılmış, kimininki ölmüş. Hep öyle insan doluydu, koca 10 katlı apartman, yarısı Türktü apartmanın. Erkek giremezdi katiyen, hepsi kadın. Girişte bir oda vardı, mesela siz bana ziyarete geldiniz, orada oturursunuz, kapıdan içeri giremezsiniz, mümkün değil. Hatırlıyorum, oğlum Altan geldiğinde evdeki madam torpil yaptı, bizim odamızda kaldı." Siemens fabrikasında radyo ve televizyonlarda kullanılan transistörlerin imalatında çalışır. İzinlerini kullanmaz, biriktirdiği günleri birbirine ekler ve senede iki kere Türkiyeye oğlunu görmeye gelir. "Çalışıyorsun kıymetin oluyor, takdir ediliyosun. İyiydik arkadaşlarla da. Çata pata konuşuyorduk işte. Bir kısmı Yunanlıydı. Yunanlıların yarısı Türkçe biliyor, İstanbuldan gitme Rumlar. Hiç kavgamız olmadı. Ne kavga yapıcaz, kimin malı, Alman malı, bizim malımız değil ki! Kendi aramızda Türkçe konuşuyorduk. Almancaya lüzum kalmadı, kalmıyordu… Çok çalışıyordum, iyi bir işçiydim. Ustabaşımız makinemden kaldırmadı beni, hani izinden gelince benim yerime oturan kızı kaldırdı. Hiç açıkta kalmadım... Mesela yemekhanede 40-50 kişi oturup yemek yiyorsun. Çıkmış, gelenlerden biri pijama altıyla namaz kılmış yemekhanede, masanın üstünde. Görmüşler, alay oldu tabii. Hep başını örtüyordu bir arkadaşımız. Büyük maister geldi. Yarın başını açacaksın. Bak burada 40 kişi var. Yugoslav var, İtalyan var, Yunanlı var. Bak bu kadar Türk var hepsinin başı açık. Yarın başın açık gelirsen buraya geleceksin dedi. Gelmezsen, bugün çıkışını veriyorum senin dedi. Ertesi gün kadın başı açık geldi... İlk gittiğimizde çok az paraydı, sonra sonra yükseldi paramız. 750 marka kadar çıktı, son durumlar öyleydi. Bazen cumartesi günleri falan iş oluyordu. Son zamanlarda bin marka geliyordu paramız. Kepler başımızda, pabuçlar giyiyorduk ayakkabıların altına, kapımızı kartla açıp giriyorduk, hep oturarak çalışıyorduk. Kıymetin var, çalışırsan, düzgün olursan, hiçbir şeye şikayeti yok kimsenin. Orada işçisin, çıktın mı hanımsın. Burada, Aman boş ver, fabrikada çalışıyor denir ama orada öyle denmiyor. Çalışıyorsun, hem paranı alıyorsun hem iznini kullanıyorsun. Çok mükemmel bir yer yani. İsteğin zaman çık gez, istediğin zaman evine gir, istediğin zaman otur, yani karışan kimse yok. Janetçiğimiz vardı kulağı çınlasın; çaylar, peynirler ekmekler, oturuyoruz iki kişi, yeriz içeriz, hiç kimse bir şey demez. Burda nerde... İşe gelirdim, ustabaşımız, Şurda bak 40 kişi var, bu abla (beni göstererek) hepinizden ihtiyar, sizden iyi iş yapıyor, bak siz pis kokuyosunuz, ablayı gelin koklayın bakalım derdi. Takdir ediliyorsun, biliniyorsun yani, izinden gitti mi tabii. Bakmam diyordu ablanın eline. Burada bir tek abla İstanbullu, hepiniz köyden gelmişsiniz diyordu.Yani bozum da oluyor, bozuyorsun. Tabii gelenlerin içinde çok bozukları var. Uçaktan bir inmelerini görseniz, iki tane belik örülmüş, bir eli başında, turşu bidonları falan uçaktan iniyorlar öyle... Her gün çıktım, gezdim. Karışanım yok, görüşenim yok, para da var, oh, gezdim her tarafını." Kazandığı paraları biriktirir ve eğitimini sürdüren oğluna gönderir. Bu arada oğlu Altan liseyi bitirip Ankara Hukuk Fakültesine devam etmeye karar verir: "Ankarada hep en güzel otellerde kaldı. E onlar hep para. E sonra düğün yaptık, gelin aldık. Hepsini yaptık. Hep günlerimi sayıyordum, buraya geleyim diyordum, buradan gidip çalışmaya başlayayım, aman şunu alayım oğlana, bunu alayım diyordum. Yaşamım boyunca hep bunlarla meşgul oldum. Oğlum avukat çıkıp acık para basınca, bana da gel dedi." "Emprime fabrikasında erkek de, kız da oluyordu. Mesela sizin 10 top kumaşınız var, getiriyorsunuz, yarına istiyorsunuz. Kız olmazsa o iş olamaz, erkek olmazsa o iş olamaz. İki taraf da lazımdı. Yani eve gelmediğimiz günler oluyordu bizim. Mahalleden komşularla, erkekler onlar, hep beraber giderdik fabrikaya. Geceleri curcunayla geçiyordu, çok neşeli olurdu. Şarkılar söyle, kimse yok, patron matron yok, boyacılar yok. İşçi sade, uykun gelmesin diye şarkı söyle, bağır, çağır, hepsi oluyordu." "Eskiden Nişantaşı dutluktu, biteviye evlerin arkası dutluktu, hep giderdik oraya, hep resimlerimiz var böyle" Gelecek Hafta: Rukiye Pulaş anlatıyor... Danışmanlar: Doç. Dr. Aynur İlyasoğlu-Doç. Dr. Esra Danacıoğlu Proje koordinatörü: Gülay Kayacan Görüşmeyi yapan: Hakan Koçak Deşifre ve redaksiyon: Sevil Üzrek Görüntü kaydı: Tamer Üstel Yayına hazırlayan: Tuba Çameli Projeye katkılarınızı bekliyoruz: Faks: (0212) 227 37 32 e-posta: mailto:tbct@tarihvakfi.org.tr www.tarihvakfi.org.tr Telefon: (0212) 327 86 58