Pazar Bir kitap öyküsü

Bir kitap öyküsü

06.01.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Bir kitap öyküsü

Bir kitap öyküsü

Bir kitap öyküsü

Her yeni yılın ilk haftasında bir öykü yayımlamak bir gelenek oldu benim için. Bu köşede de geleneği bozmayayım; kısa bir öykü aktarayım. Kitap tanıtmalarını haftaya sürdürürüz. Öykümüz Aslan Asker Şvayk’ın yazarı Yaroslav Haşek’den. Adı Kitapseverler Arasında.
* * *
İnsanın başına gelebilecek en kötü şey, kitapseverleri evine çağırıp edebiyat toplantıları düzenleyen, konuklarına da çayla birlikte sadece ikişer kurabiye ikram eden bir sanatsevere rastlamaktır.
Orası öyle, Bayan Herzan’ın evindeki toplantıya gitmek zorunda değildim. Ama arkadaşlardan birinin çağrısını da geri çeviremedim doğrusu; Hafız’ın şiirlerinin nisan derisiyle ciltlenmiş elyazması kopyasının bende bulunduğunu söylemiştim bu arkadaşa; sözüme inanmış, pek etkilenmişti. Bu eşsiz hazinemden kitapseverleri, sanat dostlarını haberdar etmişti. Söylentiler Bayan Herzan’ın kulağına gidince, sanat çevrelerinin bu cömert koruyucusu benimle tanışmak isteğinde bulunmuştu.
Evine gidince, gözlerini bana dikmiş on iki sanatseverin yüzünde dünyanın bütün edebiyat yapıtlarını gördüm. Gidişim coşkuyla karşılandı. Hafız’ın insan derisiyle ciltlenmiş şiirlerine sahip bir insanın dört kurabiye yemeye hakkı olduğunu düşünerek tabaktakilerin dördünü de mideye indirdim; yanımda oturan gözlüklü kadına bir şey kalmadı. Buna o kadar sinirlendi ki kadın, Goethe’nin yapıtlarından söz açtı.
Karşımdaki edebiyat tarihçisi bana dönerek, "İyi tanır mısınız Goethe’yi?" diye sordu.
Ciddi ciddi, "Hem de nasıl!ödedim. "Kenarlarından danteller sarkan sarı çizmeler giyer kerata; kafasına bir keçe şapka geçirir. Vergi tahsildarıdır; yukarı mahallede oturur."
Kitapseverler acıyarak, tiksintiyle baktılar bana.
Ev sahibesi, odayı kaplayan sıkıntılı havayı dağıtmak için, "Edebiyatla ilgileniyor musunuz?" diye sordu.
"Sevgili Bayan Herzan", dedim, "bir zamanlar çok kitap okurdum. Üç Silahşörler’i, Aşkın Maskesi’ni, Baskervillerin Köpeği’ni okudum. Daha bir sürü kitap okudum. Komşular, gazetelerdeki roman tefrikalarını kesip kesip bana getirirlerdi. Hafta sonunda bir oturuşta yedi tefrikayı birden okurdum. Büyük bir heyecanla beklerdim tefrikaları... Acaba Leon Düşesi, kendisi uğruna babasını öldüren, kıskançlık nöbetleri geçirip bir delikanlıyı vuran Cüce Richard’la evlenecek mi diye... Evet, kitaplar insanın merakını kamçılıyor. Umutsuzluğa kapıldığım anlarda Messinalı Delikanlı’yı okurdum. Bu genç, on dokuz yaşında soyguncu olmuş. Hatırladığıma göre, adı da Lorenzo’ydu. Okumaya çok vakit ayırırdım o zamanlar. Şimdi pek eskisi kadar okuyamıyorum. Kitaplar ilgimi çekmiyor artık."
Kitapseverler bembeyaz kesildiler; uzun boylu bir adam gözlerini gözlerime dikerek, sanığa bakan bir yargıç gibi baktı bana.
Sert sert, "Zola da ilginizi çekmiyor mu?" diye sordu.
"Onun hakkında çok az şey biliyorum", dedim. "Tek bildiğim, Paris kuşatması sırasında öldüğü... Fransız-Alman savaşında."
Aynı adam, tepeden bakarak bir soru daha sordu:
"Maupassant adını duydunuz mu hiç?"
"Sibirya Öyküleri adlı kitabını okudum."
Yanımdaki gözlüklü kadın nedense heyecanlanıverdi.
"Yanılıyorsunuz," diye inledi. "Sibirya Öyküleri’ni Korolenko ile Sieroszewski yazmışlardı. Bilindiği gibi, Maupassant Fransızdır."
"Ben de Hollandalıdır sanıyordum" dedim. "Fransız Sibirya Öyküleri’ni Fransızcaya çevirsin. İyi olur."
Ev sahibesi, "Tolstoy’u bilir misiniz?" diye sordu.
"Cenaze törenini seyrettim sinemada. Ama Tolstoy gibi bir kimyager radyumu bulsun da böyle sönük bir törenle gömülsün, olacak şey değil!"
Bir anda korkunç bir sessizlik kapladı odayı. Neden sonra karşımdaki edebiyat tarihçisi kan çanağına dönmüş gözleriyle bana bakarak, "Sanırım Çek Edebiyatı hakkında bilginiz de o kadar derin değil," dedi alayla.
Durur muyum hiç! Yanıtı yapıştırdım:
"Cengel Kitabı yatağımın başucunda durur. Yetmez mi!"
Odadaki adamlardan biri ağzını bile açmamıştı o ana kadar. Başını ellerinin arasına aldığına göre, herhalde ağlıyordu.
"Ama," diye mırıldandı, "Kipling İngilizdir."
"Kipling’den söz eden kim!" diye bağırdım. "Ben Tuçek’in yazdığı Cengel Kitabı’nı söylüyorum."
İki kişinin fısıltıyla konuştuklarını duydum. Arada, benim adımla birlikte, pek sevmili olmayan bir hayvanın adı da geçiyordu.
Beti benzi uçmuş, uzun saçlı bir delikanlı, ellerini dua edercesine kavuşturarak, "Anlaşıldığına göre", dedi tatlı bir sesle, "kelimelerin güzelliğine varamıyorsunuz. Anlatım hakkında da, parlak cümlelerin kuruluşları hakkında da pek bilgimiz yok. Şiirden etkilenmediğiniz de apaçık ortada. Liliencron’un o nefis cümlesini hatırlıyor musunuz?.. Doğanın güzelliğini eşsiz bir biçimde dile getirmiştir: Yüzen bulutlar, kaçan bulutlar, melteme bürünüp koşan bulutlar, tepeleri, vadileri, ağaçların zümrüt denizini aşan bulutlar..."
Sesini yükseltti, yanındaki edebiyatçının omuzuna yaslanarak devam etti:
"Ya D’Annunzio’nun Alev’ini? Biliyor musunuz onu? Venedik şenliklerini anlatan o güzel, o romantik, insanın bütün duygularını ayaklandıran o yüce yapıtı bir okusaydınız..."
Odadaki gaz lambasına bir göz attı, elini alnına götürdü, ne diyeceğimi beklemeye başladı.
"Pek anlayamadım," dedim. "Demek şenlik sırasında Venedik’i ateşe verdi D’Annunzio! Düpedüz kundakçılık derler buna. Kaç yıl yedi hergele?"
Yılmak bilmeyen gözlüklü kadın söze karıştı:
"İtalya’nın en büyük şairidir D’Annunzio."
"Demek hem şair, hem kundakçı," dedim.
O ana kadar ağzını bile açmamış bir başkası böğürerek, kelimenin tam anlamıyla böğürerek, "Hiç İtalyan şairi tanıyor musunuz?" diye sordu.
Göğsümü gere gere, "Tabii", diye yanıt verdim. "Robinson Crusoe’yu tanırım."
Sustum; odadakileri tepeden tırnağa süzdüm.
On iki kitapsever bembeyaz kesiliverdi bir anda. Saçları vaktinden önce ağarmış bu on iki kitapsever beni birinci katın penceresinden sokağa attı.




PAZAR