Pazar Birkaç iyi adam

Birkaç iyi adam

24.12.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

Pek az insan, yaptığı işi gözümüze sokmadan hayatımızı renklendiriyor, ışıklandırıyor, gönendiriyor. Arada onlara yürekten kopmuş çiçekler atmalıyız; ki bilsinler şükranlarımızı... Eksilmesinler.

Birkaç iyi adam

Namık Tan, Ahmet Say, Uğur Yücel can.dundar@e-kolay.net Uğur Yücel: Güzel huzursuzluk Kendi çektiği ve Türkan Şoray'la oynadığı "Hayatımın Kadınısın", sinema günlerinin açılış filmiydi ve seyirciden büyük ilgi gördü.Ne yazık ki film, Türkiye'de beklenen gişeyi yapmamıştı. Nedenini henüz Uğur Yücel de çözebilmiş değil.Hem 18 yıldır düzenlediği Sinema Günleri ile hem de Euroimage Türkiye temsilcisi olduğu dönemde Türk sinemasına büyük katkı yapan Faruk Günaltay ve eşi Dilek yine Türkiye'den gelen sinemacıları sıcak sohbetlerle sarmalanmış dost sofralarında ağırladılar. Yine sinemadan başlayan sohbetler Türkiye'ye uzandı; güncel meseleler didiklendi.O sofralarda Uğur Yücel'in iştahı yerindeydi. Ben keyfinin de yerinde olmasına yordum bunu... Öyle değilmiş meğer. Hayatından memnunsa, film çekiyorsa, üretiyorsa yemek düşünmezmiş. Sofrayla meşgul olması sıkıntı alametiymiş.Sohbet sırasında bazen kara bulutlar toplanıyor yüzünde; sonra konuşunca o bulutlar bereketli sağanaklara dönüşüyor. Mesela sofrada Ermeni meselesi tartışılırken her kafadan farklı ses çıkıyorsa ve son sözü "devlet babanın çocukları" söylüyorsa, Uğur Yücel, oradan bir "Baba" filmi çıkarıyor; evlatlarının kendini savunuşunu gururla izleyen bir babayı görüntülüyor hafızasında...Onu uzun süredir izleyenler bu yaratıcılığı tanırlar.Çoğumuz ona "Selamsız Bandosu"yla, "Arabesk"le şapka çıkardık ilkin...Sanırım 80'lerin sonunda onu İstanbul Oba'da Sezen Aksu'yla izlemiştim. Sesine, vurmalı çalgılardaki ustalığına, taklit yeteneğine hayran kalmıştım.90'ların ortalarında Yeşil'de kendi çocukluğunu anlattığı tek kişilik gösterisinde onu yetiştiren kozmopolit İstanbul'a sevdalanmıştım.Sonraları "Eşkıya" ile perdeye, "İkinci Bahar"la ekrana damgasını vurdu. Ama sanırım asıl zirvesi "Yazı Tura" filmi oldu. Herkesin unutmaya çalıştığı bir dönemi, bir dramı, bir yarayı büyük cesaretle perdeye taşıdı Yücel...Ve bu kadar sorunlu bir coğrafyada kamerasını ille sudan konulara çevirenlere daha yönettiği ilk filmle sıkı bir şamar attı Uğur Yücel."Yazı Tura" ödüle doydu.Bu başarıya rağmen Uğur Yücel hiç skandallarıyla çıkmadı karşımıza... Ustaca kolladı kendini; kurda kuşa yedirtmedi. Hep yaptığı işlerle gündemde olmayı tercih etti.Şimdilerde TV dizisindeki Aksak karakteri için kömür karasına boyadığı saçlarıyla barışık görünmüyor pek... Sibel Arna'ya konuşurken kendisiyle dalga geçiyor: "Kafamdakiler saç değil, bitki. Saçım ses çıkararak uzuyor. Üstüme naylonlar sarıyorlar. Mazota düşmüş kuzey denizi karabatakları gibi oluyorum. Greenpeace beni görse Boğaz'da eylem yapacak, bu adamı kurtaralım diye... Ve en önemlisi berbere gelenler gazetenin arkasından beni seyrediyorlar. Lavabonun altına kaçmak istiyorum. Yeminle bin pişmanım."Kendine batırdığı bu çuvaldızlarda, arada yüzüne toplanan kara bulutlarda ve suretine, iştahına, huyuna yansıyan huzursuzlukta bir samimilik, bir hakikilik var.Bir yaratıcının huzursuzluğu bu...Ona yakışan ve sancısından eserler doğuran güzel bir huzursuzluk... Geçen hafta Strasbourg'daki Türk Sinema Günleri'nde beraberdik Uğur Yücel'le... Gösterişli görüntülerin altında ne zorluklar, ne hengameler yaşandığını anlatmak için Kayseri'de bir deyim kullanırlar:"Dışı kalaylı, içi vayvaylı."Bu tanım diplomatlara da uyuyor, Kayseri'nin damadı Namık Tan'a da...O diplomat şıklığının, o mütemadi zarafetin perde arkasında ne vayvaylar olup biter.Ve ne zordur Türkiye'de diplomat olmak... Hele iş bilmez yöneticilerin eline düştüyseniz... Hele bir de sözcü ilan edilip basının önüne itildiyseniz.Hem her şeyi bilecek hem bildiğinizi kimseye söylemeyeceksiniz. Üstelik konuşurken de çok şey söylüyor gibi görüneceksiniz.Namık Tan çok da zorlu bir dönemde bu sancılı işi üstlendi. Üç yıl boyunca da hakkıyla yaptı.150 küsur basın toplantısında hiç açık vermeden genç diplomasi muhabirlerinin "Namık abi"si olabildi.Ancak asıl başarısı, buzdağının görmediğimiz büyük parçasındadır.Günün birinde mesela Hamas'la müzakerelerin ya da Papa ziyaretinin perde arkası yazılacak olursa hem bürokrasi içindeki bilek güreşinin sırları hem de bazı diplomatların verdiği inanılmaz mücadele açığa çıkacaktır.Ama diplomat anlatmaz bunları... Bitmek bilmez telefon diyaloglarını, karşılıklı restleşmeleri, uykusuz geceleri, gerginlikleri sineye çeker. Sorulduğunda resmi görüşü söyler ve susar.Övgülerden başkalarının nasiplenişini olgunlukla izler.Sonra günü gelir, bayrağı arkadan gelene teslim eder; haritanın bir başka ucunda ülkesini temsile gider. Namık Tan: Dışı kalaylı, içi vayvaylı Bu arada aldığı maaş çocuklarının okul taksitine zor yetse de, geçim için bazen babadan kalanları elden çıkarmak gerekse de "dışındaki kalay, içindeki vayvay"ı ele vermez.Önceki hafta Namık Tan'ın Türkiye'nin Tel Aviv Büyükelçiliğine atanması dolayısıyla Ahmet Sever, dostlarına bir yemek verdi.Neler çektiklerinin bir küçük örneğini o gece sofrada dinledim. Ve sabırları önünde bir kez daha saygıyla eğildim:Tansu Çiller'in Dışişleri Bakanlığı dönemi...Namık Tan bakanın özel kalem müdürü...Daha bakan görev başı yapmadan huyunu, suyunu öğreniyor. Malum, Tansu hanım kuşburnu seviyor.Hazırlıklar yapılıyor. Bakan gelip makama yerleşince özel kalem müdürü kapısını çalıyor ve cevabı önceden bilmenin özgüveniyle "Ne içmek isterdiniz sayın bakanım?" diye soruyor.Cevap: "Espresso!" Tan donup kalıyor. Kekeliyor:"Kusura bakmayın efendim, burada espresso yok.""Bundan sonra olacak" diyor bakan, "çünkü ben espresso içerim." Hemen yurtdışı temsilciliklere haber salınıyor. Espresso makinesi ısmarlanıyor. İtalya'dan alelacele üç makine geliyor. Biri bakanlığa, biri partiye, biri konuta...Tan heyecanla bakanın espresso isteyeceği anı bekliyor -ki ikram etsin. Ertesi gün soruyor: "Ne içersiniz?""Kuşburnu" diyor bakan... Sonraki aylar boyunca da hep aynısından istiyor. İtalya'dan gelen makineler el sürülmeden duruyor. Bakanlığın sakin olduğu bir gün Tan, elleriyle pişirip getiriyor bakana espressosunu... Teşekkür ediyor Tansu hanım... El sürmeden bırakıp çıkıyor. Ve görevden ayrılana kadar da hiç espresso istemiyor.Bunun üzerine makineler diplomatların kullanımına açılıyor.Bugün Dışişleri'nde espresso içebiliyorsanız bu sayededir.Ve kim bilir bunun gibi daha kaç faili meçhul zaferin altında, "dışı kalaylı" diplomatların "vayvaylı" sabrı ve emeği vardır. Espresso hikayesi Evde ciltletip sakladığım dergiler var; 70'lerin sonundan..."Türkiye Yazıları" bunlar...Gündüz kalem çalıştıran, akşam da Tavukçu'da fikir yarıştıran "üç-beş edebiyatçı arkadaşın 30 bin lirayı denkleştirerek Ankara'da çıkardıkları bir edebiyat dergisi"...Sahibi ve sorumlusu: Ahmet Say...18 yaşıma ışık tutan o dergide kimler yazmıyordu ki:Sevgili hocam Vecihi Timuroğlu...Tahsin Saraç... Ahmet Telli... Gülten Akın... Özdemir İnce... Veysel Çolak'ın, Metin Altıok'un şiirleriyle de orada tanışmıştım.Ahmet Say her sayının karton kapağında başlayıp arkada devam eden okkalı "sunu"lar yazardı. Çeyrek asır sonra bugün o eski sayfaları çevirince bazen hayranlık, bazen hayret sarmalıyor insanı:Nisan 79'da Sinan Çetin'le söyleşi var. İlk filmi "Halı Türküsü"nü çekmiş... "Benim gibi düşünen devrimciler, işçiler için, köylüler için, emekçiler için çok daha güzel bir dünya olabileceğini anlatacak filmler yapmalı" diyor. Kasım 79'daki "TV Özel Sayısı"nda Ertuğrul Özkök "televizyonun yaşam biçimi önerilerinin, kapitalizmin istemleri yolunda etkiler yaptığını" yazıyor; dizilere ve reklamlara dikkat çekiyor.Yalçın Küçük örnekliyor: "Türkiye'nin potansiyel olarak en ihtilalci sınıf ve tabakaları reklam tekerlemeleriyle konuşmaya başladı: 'Öğren de gel' veya 'köşeyi döneceksiniz', 'iyisiniz iyi' veya 'ya çıkarsa...'Ahmet Say'ın kendisiyle değilse de uğraşıyla böyle tanıştım."Türk Solu" geleneğinden geliyordu. Milli Demokratik Devrim tezini savunan derginin Ankara temsilciliğini yapmıştı. Sonraları müzik yazıları ve kitaplarıyla çıktı karşımıza..."Müzik Sözlüğü", "Müzik Tarihi" derken muhteşem bir "Müzik Ansiklopedisi" ile bu alana bir temel eser armağan etti.Onu oğlu Fazıl Say'dan önce tanımıştım; ama onunla Fazıl aracılığıyla tanıştım. Ankara'da bir dost sofrasında baba-oğul birlikte nasıl tartıştıklarına, söyleştiklerine, eğlendiklerine tanık oldum. Ve ondan derin izler gözledim Fazıl'da...Geçen hafta Ankara'da Ahmet Say'ın 50'nci sanat yılı kutlandı. Yarım asır boyunca bize kazandırdıkları için buradan teşekkür etmek istedim. Ahmet Say: Bir ustanın yarım asrı