Pazar “Bu şehre yapılan hainliğin haddi hesabı yok”

“Bu şehre yapılan hainliğin haddi hesabı yok”

16.02.2014 - 02:30 | Son Güncellenme:

Selim İleri ile yeni kitabını konuşmak için buluştuk, konu İstanbul’du: “Bu şehre yapılan hainliğin, haksızlığın haddi hesabı yok ama İstanbul bizim bütün tahribatımıza rağmen ruhunu koruma gayretini gösteriyor”

“Bu şehre yapılan hainliğin haddi hesabı yok”

Bu şehirde doğup büyümüş olmamama rağmen eski İstanbul ilgimi çekmiştir her zaman. Eski İstanbul fotoğraflarına bakmaktan, o zamanların alışkanlıklarını, mahalle kültürünü dinlemekten büyük keyif alırım. Bu yüzden İstanbul kitaplarına bir yenisini ekleyen Selim İleri’nin yanına mutlulukla gidiyorum. “İstanbul Mayısta Bir Akşamdı” ismi. “Çünkü” diyor İleri “Mayıs ayı İstanbul’da
en sevdiğim zamandır. Her şeye rağmen İstanbul’u bir türlü bırakamayışımın nedeni de bu; İstanbul mayısta çok güzel olur.”

“Bir şehir sadece seslerden ibaret olabilir mi?” diyorsunuz kitapta. İstanbul seslerden ibaret olsaydı neler duyulurdu?

Şimdiki hali trafik uğultuları, bağırtılar, çok tatsız kakafonik seslerden oluşan bir kent. Ama dünkü İstanbul bahçelerden gelen yaprak hışırtılarıyla, çok daha sakin, huzurlu, çok daha uygar... Bugünkü sesler belki hız çağına ait sesler olabilir ama insana ait, uygarlığın yansıması olan sesler olduğunu düşünmüyorum. İstanbul’un sesleri artık bana ürküntü veriyor. 50’li yıllarda İstanbul’un her yerinden horoz sesleri duyulurdu benim hatırladığım. Kadıköyü’nde Saint Joseph’in karşısında bir evde yaşardık. Haydarpaşa’dan geçen trenlerin düdükleri büyük yankılarla işitilirdi.

Haberin Devamı

“İstanbul öyle tuhaf zenginliklere sahip ki”

Kitapta eski yazarlardan, İstanbul betimlemelerinden alıntı yapıyorsunuz. Onlarla yeni yazarların betimlemelerini kıyaslayacak olsanız?

Orada çok büyük bir fark yok. Hele belli bir yaşın üzerindeyseniz daha çok eskiyi anımsayarak aynı betimlemeleri yapabiliyorsunuz. Genç kuşak yazarlarda, çok polisiye bir roman değilse, o gökdelenler, AVM’ler çok fazla karşımıza çıkmıyor. Yine hâlâ İstanbul’un yok edilmiş silüetinden bahsediyorlar. İster istemez hafıza veya beğeni güzel olana açık olduğu için hâlâ güzel olanı tasvir etmeyi tercih ediyor.

İstanbul’daki değişimin olumlu bir yanı var mı sizce?

Hâlâ bu şehirde yaşadığım için çok çekiştirmek istemiyorum. Zaman zaman çıkıp gideyim fikri olsa bile İstanbul’a çok bağlıyım. Olumlu bir değişim pek kolay bulamıyorum, yine de buranın bir cazibesi var ki buradan ayrılamıyorum. Kitabın ismi de aşağı yukarı öyle bir sohbetten çıktı. İstanbul’u niye bırakamaz insan diye konuşurken bir sohbette, “İstanbul’da mayıs çok güzel olur” dedim ve kitabın adı böylece çıktı. Şehir bizim bütün tahribatımıza rağmen kendi ruhunu koruma gayretini gösteriyor. Ne kadar yok ederseniz edin öylesine tuhaf zenginlikleri olan bir şehir ki hiç beklenmedik bir köşede Osmanlı’dan, Bizans’tan kalma bir yapı irkiltiyor sizi ve kalakalıyorsunuz.

Haberin Devamı

“Çocukluğumdan beri Kadıköy Çarşı’sı aynı”

Tanpınar’ın “Huzur”unu okurken romanın izinde İstanbul sokaklarında gezme isteği uyanmış sizde. Bu isteği uyandıran başka roman var mı?

Bacağımda bir problem var, o yüzden pek bir yere çıktığım yok. Bir de İstanbul’da görülecek pek bir şey kaldığını sanmıyorum. Cibali’den geçtim az önce. İstanbul’da bir numaralı korunması gereken yerlerden ama perişan, içler acısı halde. Bu şehre yapılan hainliğin, haksızlığın haddi hesabı yok. Ben bu kitabı kendim zevk aldığım, okur zarafet gösterip desteklediği için yazdım. Yoksa hiç umut taşıdığımı söyleyemem.

Cihangir’deki çocukluğunuz da var kitapta. En son ne zaman gittiniz Cihangir’e?

Cihangir’e geçen sene bir röportaj için gittim. Cihangir çok değişmedi, belki yaşam biçimi değişti ama mimari açıdan kendini koruyabilmiş sayılı yerlerden biri İstanbul’da. Benim yaşadığım Kumrulu Yokuş Sokağı’nda bir tek yaşadığımız apartman yeniydi o zamanlar. Kalanlar hep 19’uncu yüzyıl yapılarıydı. Onlar duruyor.

Haberin Devamı

Yaşam biçimi ne anlamda farklılaşmış?

Daha bohem, daha zengin, belli bir entelektüel dünyanın yaşadığı bir yer şimdi. Bizim yaşadığımız Cihangir son derece orta halli, ailelerin yaşadığı bir yerdi. Birkaç sokak sonra bazı randevu evleri falan da vardı.
Çok kozmopolit bir yerdi. Bizim karşımızda bir Rum terzi madam, onun yanında bir Musevi ailesi...

Sizde çok hayal kırıklığı yaratmayan semtlerden biri o zaman Cihangir...

Evet. Ama bu söylediğiniz anlamda bende hiç hayal kırıklığı yaratmayan Kadıköy Çarşısı’dır. Balıkçıların tablalarındaki büyük incir yapraklarına kadar aynıdır. Ben küçükken tavuk almaya gittiğimiz tavukçu yok bir tek galiba. Canlı olarak seçerdiniz, zavallı tavuğun başını koparıverirlerdi gözünüzün önünde.

Haberin Devamı

İstanbul’da bu değişimden en çok etkilenen şeylerden biri de yemek kültürü herhalde. Kaybolan yemekler arasında en çok üzüldüğünüz hangileri oldu ?

Daha çok Ermeni mutfağından geçenler galiba. Uskumru dolması, topik... Şimdi de var ama eskisi gibi değil. Bu değişim sonucu en sinirime dokunan mısır taneli salatalar. Kudurtucu bir şey geliyor. Böyle bir şey asla yoktu. Mısırı ancak tavuklar ve horozlar yerdi. Artık her salatanın içinde var. Lezzeti bozuyor farkında değiller.

Çiçekler de kitaptaki baskın öğelerden. Şimdi belediyenin peyzaj çalışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Limonluk, cam köşk, sera, kış bahçesi... Hiçbiri yok şimdi. Belediyenin o çiçek tasarımlarını yine de çok büyük bir saygıyla karşılıyorum. Çünkü hiç olmazsa geçerken çiçekler görüyorum, gözümü bir şey okşuyor. Köprüden geçerken, benim estetik duruşuma yakın olmayan, çiçekten yapılmış bir tuhaf
Kız Kulesi var. Ama hiç olmazsa bir çiçek...

Haberin Devamı

Yol kenarındaki duvarlarda plastiklerin içinde garip bir çiçeklendirme şekli var...

Panoları diyorsunuz... Onları sevmiyorum! Tuhaf ve anlamsız geliyor. Halı gibi duruyor onlar. Gözüm de artık uzağı iyi görmediğinden halı satıcısı mı diye baktım onlara ben.

Eski konakları, köşkleri korumak lazımdı belki de yeşil bir İstanbul için...

Evet, burada İstanbul halkının da çok hatası var. Bazı şeyler korunmadı. Etiler’de yeni bir apartmanda oturmak bir yükseliş sayılırdı.

Şimdi bizim çok özendiğimiz ve değerli gördüğümüz bahçe içindeki müstakil evler...

Gönül rahatlığıyla atıldı gitti, vazgeçildi o evlerden. Ne güzeldi o evler; tavuk kümesleri olurdu o bahçelerde, insanlar birbirlerine yumurta verirdi.

O yüzden tavuk sesleri duyulabiliyordu İstanbul’un her yerinden öyle mi?

Evet. Fakat şöyle tuhaf bir şey oluyor; eğer kulaklarım sürekli bir yanılsama içinde değilse, Şişli’de bir tane horoz var. Akşamüstü, eğer nostaljik bir bunama yaşamıyorsam, horoz sesi duyuyorum. Ahmetlere (Ümit) de sordum, onlar da “ha hı” dedi, geçiştirdi. Fakat huyu değişmiş sanırım, sabah ötmüyor.

“En şık elbiselerle Beyoğlu’na sinemaya gidilirdi lafı bir efsane”

Beyoğlu’ndaki sinemalardan, tiyatrolardan da bahsediyorsunuz kitapta. O zamanlar nasıl bir aktiviteydi bu?

Bir defa o son yıllarda moda olan laf asla yoktu: Cumartesi en şık elbiselerini giyiyorlardı da sinemaya, tiyatroya gidiyorlardı. 50’lerin sonu, 60’lı yıllarda insanlar orta halliydi bir kere, zengin de vardı ama onlarınki ayrı bir yerde, ayrı bir yaşam biçimiydi. İstekle gidilirdi sinemaya da, tiyatroya da ama çok sade bir şeydi. Öyle süslü kadınlar, en güzel elbiseler falan hepsi son devrin uydurduğu bir şey.

Takım elbise giyilip Beyoğlu’na gidilirdi lafı efsane mi yani?

Efsane, nereden giyecek! Biz şimdi modern kıyafetler giyiyoruz mesela ama o zamanlar 40’ından sonra bir aile babasının şapkasız sokağa çıkması imkansızdı, garipsenen bir şeydi. Ama o anlatıldığı gibi şaşaadan, şıklıktan değildi zaten öyle giyinildiği için. Bir de orta halli olduklarından sanıldığı gibi pahalı şeyler değildi giydikleri.