Pazar Çözüm üniversitenin kendini yenilemesinde

Çözüm üniversitenin kendini yenilemesinde

12.10.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

Önümüzdeki dönemde Türk üniversiteleri anlayışını ve toplum bilimlerindeki eğitim sistemini yenilemezse sorunların çözümlenmesi beklenemez

Çözüm üniversitenin kendini yenilemesinde

Bu yıl Ankara Üniversitesi’nin açılış dersini benden istediler, onur duydum. Okuduğum, ders verdiğim ve çocukluğumdan beri annem dolayısıyla üniversite olarak tanıdığım ocağın DTCF Farabi Salonu’nda yapılan açılış dersi, bana ister istemez bu ocakta ortaya atılan “Türk hümanizması” kavramını hatırlattı.
Hümanizma esasen Avrupa dünyasının kendi düşünsel devrimine koyduğu addır. Beslendiği iki kaynaktan birisi Roma mirası, yani bu Roma’nın hukuku, dili ve idare tarzı ve o dünyanın ürünü olan kilisedir. İkincisi, Avrupa dünyasının çok daha geç dönemde tanıdığı Helenizmdir. Özellikle bu ikinci noktada kaynak Avrupa’nın kendisi değil, Ortadoğu ve Akdeniz’dir.
Büyük Romalılar Alpler’in kuzeyindeki Kelt ve Germen dünyasını, yani Barbarlar dedikleri dünyayı bilinçlendirdiler. Onlara coğrafyalarını ve tarihlerini öğrettiler. Muhteşem Latince ile o kavimleri tarih sahnesine çıkarttılar, insanlığa takdim ettiler.
Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra da Latince onların arasında ortak anlaşma, yazı ve ibadet dili olarak kaldı. Yerli dillerin içine nüfuz etti ve tabii avamın içine düşen her şey gibi zamanla bozuldu, rengi değişmeye başladı. Bu dönemin Latincesine Latina Vulgatd denir. İlk defa 12’nci yüzyıldan sonradır ki, Avrupalılar Müslüman Endülüs’ün aracılığıyla Doğu’dan Yunan kaynaklarını öğrenmeye başladılar ve bu asıl geç Rönesans denen dönemde doyum noktasına ulaştı.
Klasik dünyanın, yani Roma İmparatorluğu’nun Latincesi ve bu dilde yazılan eserleri incelemeye başlamak İtalyanların, özellikle öncü fikir adamı ve şair Petrarca’nın işidir. Floransalı Petrarca hümanist akımın öncüsü sayılır ve onun yurdu İtalya da, hiç abartı sayılmasın, çağdaş Avrupa’nın anasıdır ve Roma mirasını yeniden değerlendiren ülkedir. 

Filolojik bir devrim
Eski Yunanca çeviriler 6’ncı asırdan beri yukarı Mezopotamya’da, yani Güneydoğu Anadolu’da bugünkü Süryanilerin ataları tarafından Aramcaya çevrilerek başlamıştır. Ve gene 9’uncu asırdan itibaren bu metinler Arapçaya çevrilerek İslam dünyasına kazandırılmıştır. Avrupa ise 13’üncü yüzyıldan itibaren eski Yunan dünyasını; edebiyatı ve mitolojisiyle benimsemeye başladı. Bu, Yunan edebiyatını alimlerin dışında kitleye daha çok sevdirdi.
Hümanizma her şeyden önce filolojik bir devrimdir. Avrupa’nın okumuşlarının Yunanca ve Latincenin yanında İbrancaya, hatta Arapça metinlere ilgi duydukları açıktır. Rönesans’ın öncü aydınlarından Pico della Mirandolo ve Protestan akımın öncülerinden Reuchlin’in İbranca tetkiklerine başladığı malumdur.
Hiç şüphesiz ki tipik Rönesans aydını ve senyörü ne İtalyandır ne de Alman; Türklerin padişahı Fatih Sultan Mehmet Arapça ve Farsçayı yazabilen, eski Yunanca ve İtalyancayı okuyan ve anlayan bir entelektüeldi. Bunu ne biz ne de Fatih’in kendi söylüyor. Çağdaşları olan de Languschi ve Kritovulos gibileri önemle vurguluyor.
Rotterdamlı Erasmus, Rönesans’ın ilk önemli aydın (intellectuel) vasfını taşıyan adamıdır. Erasmus İncil’in kaleme alındığı Aramca ve İbranca metinleri ve asıl önemlisi Yunanca çevirileri ve Papa St. Ambrosius’un Yunancadan yaptığı Latince İncil çevirisinin üzerindeki metin tenkitleriyle mukaddes kitabın hatalı olarak çevrildiğini ve bu metnin yeniden inşa edilerek, yani düzeltilerek çevrilmesi gerektiğini ileri sürmüş ve öyle de yapmıştır. Bu filolojik bir devrimdir ve Avrupa hümanizmasının gerçek olarak hayata yansımasıdır. 

Atatürk’ün kültürel öncülüğü
Günümüzde de uygar ulusların üstünlüğü ne endüstri ne de bankadır. Hatta askerlik dahi değildir. Ama uygar ulus, zamanları ve mekanları denetleyen, insanlığın genel macerası üzerinde bilgi birikimine sahip olan toplum demektir.
Osmanlı Tanzimat dönemi Batılılaşmasının askerlik, tıp, mühendislik ve bunlara bağlı olarak idare ve kamu hukuku alanında atılım yaptığı bir gerçektir. Ama hedeflenen Batı medeniyetinin dilleri, dünya coğrafyası ve tarihi maalesef kökenleriyle öğrenilmemiştir. 1900’de kurulan Osmanlı Dar’ül fünun’u eski Şark dilleri, eski klasik Garp dilleri ve arkeoloji gibi disiplinlerden uzaktı.
1930’lar Türkiye’sinin ve bizzat Atatürk’ün kültürel öncülüğündeki esas, burada ortaya çıkmaktadır. Uygarlık yolunda ilerleyen bir toplumun her şeyden önce zamanları kontrol etmesi gerekir. Türk tarihinin kaynaklarını araştırmak özdeyişiyle kurulan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi çağdaş Avrupa’daki benzer kurumlar kadar mükemmel ve tam teşekküllüdür. Eski Mezopotamya kültürlerinden klasik çağın Yunanca, Latince gibi dillerine ve Hititolojiye, klasik Şark dillerinden Hindoloji ve Sinolojiye ve Slav tetkiklerine kadar bütün dallar tarih ve coğrafya eğitimi ile birlikte düşünülmüştür.
Eksik olan Bizantinistik, Hungaroloji ve Asiroloji dalları için imkanları kıt cumhuriyet, Avrupa’ya öğrenci yollamakta tereddüt etmemiştir. Ankara Üniversitesi’nin 1946’daki teşkilinden çok evvel DTCF’nin kuruluşu 1936’da tamamlanmıştır. Kütüphanesi ve el yazmaları çok zengindir. Hitler Almanya’sının kovduğu ve diğer Avrupa ülkelerinin de kabul etmediği uzmanlar bozkırdaki bu beynelmilel kurumun kadrolarında yerini almıştır. Bizzat fakülte binasının mimarı Bruno Taut’dur. Bu seçkin mültecinin eseri Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı binasından bile daha görkemlidir.
Türk hümanizmasının yolu bilerek veya bilmeyerek sadece Hindistan gibi bir üçüncü dünya ülkesi tarafından da izlenmektedir. Ne var ki, Kemalist Türkiye’deki bu hümanist akımı Atatürk’ten sonraki dönemde kavrandığı söylenemez. Türk hümanizması cumhuriyetin başındaki kaynaklarını ve hızını, anlayışını kaybettiği için; toplumumuz toplumsal bilinç ve tarih bilinci konusunda ön planda bilgisizliğe dayanan ihtilaflar içindedir. Önümüzdeki dönemde Türk üniversiteleri anlayışını ve toplum bilimlerindeki eğitim sistemini yenilemezse sorunların çözümlenmesi beklenemez.