Pazar Çubuklu Kevsercik'in çileli yaşam hikayesi

Çubuklu Kevsercik'in çileli yaşam hikayesi

22.01.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

Anneannemi kaybettim. 90 yaşındaydı. Son dakikasına kadar zihni su kadar berrak ve açıktı. Onun kişisel öyküsünde bu toprakların kolektif tarihi yatıyor

Çubuklu Kevsercikin çileli yaşam hikayesi

Anneanneyi ebediyete uğurlarken... can.dundar@e-kolay.net Başucundakiler aileye haber saldı.Çoluk çocuk yel olup toplaştı.Bütün aile bayramdaki gibi yeniden bir araya geldi.Lakin her daim altında toplandıkları çınar, devrilmişti.Anneannem...Geçen ay hastaneye götürürken "Ben yolcuyum Can'ım. Bu kez dönüşüm yok" dediğini yazmıştım. Doktorların müdahalesi ve okurlardan gelen mesajlardaki dualar biraz daha uzattı ömrünü... Ama "Beni elden ayaktan düşürmeden al Rabbim" duası kabul oldu.90 yaşındaydı.Ömrünün son bir ayına kadar her işini kendi görebilecek, pazarda alışverişe gidebilecek, belki de ömrünü borçlu olduğu maydanozunu, turpunu yiyebilecek, namazını kılabilecek haldeydi.Son dakikasına kadar zihni su kadar berrak ve açıktı. Ve gidiverdi Kevsercik... Bir koca asrı boydan boya kat eden yorgun yüreği çarşamba sabahı ansızın duruverdi. Öldüğünde bir araya gelince anladık ki, her birimize birbirimizden habersiz vasiyetler etmiş.Oğlunun gelinine kefenin içine sarılacak, üzeri dua yazılı bezleri vermiş.Kızının damadına, mahallede sesini beğendiği vaizin adını söylemiş, salayı ona verdirmesini istemiş.En zor vasiyet ise bendeydi:"Beni toprağa sen indir."Perşembe günü Hacı Bayram'a mevsimin ilk karı yağıyordu, onu uğurlamak için Tanrı katından serpilmiş konfetiler gibi... Oysa o cenazesine gelecekleri yormamak için çamursuz yağmursuz bir bahar günü dilemişti hep...Öğle namazında tek cenaze bizimkiydi.Çocukları, torunları, torunlarının çocukları, yakın uzak akraba, saf tuttuk yan yana... Az sonra namazdan çıkan cemaat de katıldı aramıza..."İyi bilirdik" diye şahadet ettiler, her zamanki gibi başucunda duran başörtüsünün serildiği tabutunun başında... Tanımasalar da... Sonra vasiyeti gereği doğduğu toprağa, Ankara'nın Çubuk'una götürdük görülmemiş bir kar yağışı altında... Belediye Başkanı Adem Tuğluca'nın yakın ilgisinden teselli bularak uçsuz bucaksız bir beyazlığın ortasına, asri mezarlıktaki yeni mekanına defnettik.Onunla birlikte çocukluğumuzu da gömmüştük adeta... Dönüşte Kevsercik olmadan, biraz daha yetişkindik. Toprakta baş başa Çileli hayatının hikayesini anlattırıp kaydetmiştim yıllar önce... Bir gün portre sayfalarımın rahmetlik konuğu olacağını düşünemeden...Şimdi o bantları izlerken fark ediyorum ki, onun kişisel öyküsünde (hepimizinki gibi) bu toprakların kolektif tarihi yatıyor.İzninizle Kevsercik'in anısına onun yaşam öyküsünden kesitler sunmak istiyorum bugün...Belki bu satırları yazanın köklerine de ışık tutar umuduyla... Belgeselcinin tanığı Anneannemden dinlediğim çocukluğunun Çubuk'u, bize hep Ankara, İstanbul penceresinden tanıdığımız 1920'ler Türkiye'sinin taşrasından izlenimler sunuyor:"Babam Gülbaba'da yatardı. Orası türbeydi, etraf hep mezarlık... Tekkede haftada bir zikir ederler, hu çekip kendilerini yerden yere vururlardı. Ben halamla gider onlara bakardım. Bir gün 'Türbeler, tekkeler kalkacak' diye emir vermişler. Bütün makineler geldi, mezarları dümdüz taradılar. Herkes mezarını alıp başka yere götürüyordu. Ben de babamın mezarını almak istedim. Müftü 'Hiç elleme, mezarın kaybı daha iyidir' dedi. Oraları hep tarayıp hamam, park yaptılar. Sonra millete metreyle sattılar, her yer bina oldu. Tekke de kalktı, zikir evlerde devam etti.""Kibritçi kız" masalını andıran çocukluğunu anlatırken gözleri dolardı: "Bir kalem defter alıp okula yollayan olmadı. Bir nüfus kağıdı bile çıkaran olmadı. Ne anne gördüm ne baba. Kalem yetmez çektiğim çileyi anlatmaya..." Radyoya saklanan adam Çubuk'ta kadınlar pazara gitmezmiş ama o, daha 7-8 yaşında pazardaki tezgahta kilosu 5 kuruştan ekmek satıyormuş. Bir gün tellal dolaşıp "Jandarma gelecek, feslerinizi toplayacak" diye duyuru yapmış. Herkes başındaki püsküllü fesi çıkarıp koltuğunun, ceketinin altına saklamış. Sonra jandarma gelmiş, "Şapka çıkacak, artık bunu giymek yasak" diye köylülerin başındaki fesleri yırtıp yere çalmış. O günlerde zengin komşuları Hamdi Ağa Çubuk'a siyah bir "foter" getirmiş. Evde ortaya koymuş. Bütün Çubuklular eve doluşup şapkayı incelemiş. Bir kısmı "Gavurun kalpağı geldi, gayrı bu memlekette geçim olmaz" diye ağlamış... Sonra herkes şapka giymeye başlamış. Şapka devrimi Bir başka anı, Çubuk'a gramofonun gelişiyle ilgili... "Metin Usta ilk defa eve 'Sahibinin Sesi gramofonu' getirdi. Sahibi kimse artık, çok güzeldi" diye anlatıyordu anneannem:"Kuruluyordu böyle, yanında kocaman borusu vardı. İğne koyuyorlar üstüne, dönüyor. 5 yumurtaya plak dinlenirdi. Yumurtayı bulan, çalan koştu. Veriyorsun yumurtayı, başına oturup dinliyorsun."Sonra radyo gelmiş. Evlerine yatıya gelen bir misafir kadın, ilk kez radyoyu orada görmüş. Anneannemin deyişiyle "ev sahibiyle beraber oturup izlemişler radyoyu". Sonra kadına radyonun yanına yatak serilmiş. Sabah kalkmışlar ki kadın öylece giyinik oturuyor. Meğer kadıncağız sabaha kadar uyuyamamış "Ya içinde adam varsa, soyunurken beni görürse" diye...Sinemayı ise Ankara'ya halasının görümcesini ziyarete gittiklerinde görmüş ilk kez... Bir deniz varmış filmde... Bir kız denize yukarıdan öyle bir atlamış ki, hala "Gitti kızcağız" diye çığlık çığlığa bağırıp sinemayı ayağa kaldırmış. Gromofon-radyo-sinema Doğum tarihini bilmiyor.Allah'tan kendisiyle aynı gün doğan "beşik kertmesi"nin babası, o dönem adet olduğu üzre, evdeki yegane kitabın, Kur'an-ı Kerim'in kapağına not düşmüş doğduğu yılı:1916...Çubuklu Hafız İsmail'in kızıymış. Lakapları Martinlioğulları...Baba 35 yaşında... Savaşta... Tek kızı yoksul, garip... Üstte yok, başta yok. Hayal meyal hatırlıyor, günün birinde babasının gelip yatağa serilişini... Meğer harpte sarılık olmuş, çürüğe çıkmış. Yatakta "Kevser'i getirin bana" demiş. Son nefesinde sımsıkı sarılıp kucaklamış kızını... Bir kucaklaşma değil, vedalaşmaymış bu...3-4 yaşlarındaki Kevser olup bitene anlam veremese de babasını koydukları mezarlığa her gün gider olmuş, geç bulup çabuk kaybettiği babasını oradan çıkarmak için küçük elleriyle toprağı deşiyormuş.Baş edemeyince Şıh Dede'yi çağırmışlar. Dede "Bir daha o mezara gitmeyeceksin" deyip öyle bir tokat aşketmiş ki, gözünden ateş saçılmış. Yetimliği o gün kabullenmiş.Annesi Taşpınar köyünden Ümmühan da evlenip aşağı mahalleye gelin gidince hepten öksüz kalmış Kevser...Neyse ki babası ölmeden önce Kezban halasına "Bu çocuğu kimselere vermeyeceksin. Kıyamette 10 parmağım yakandadır" demiş. O zamanlar öksüz çocukları Bursa'ya yatılı okula yolluyorlarmış, Kezban vermemiş Kevser'i, bu vasiyet yüzünden... Okutmamış da, evde halasının kendi akranı çocuklarına bakmış Kevsercik... Babasının mezarını kazan küçük kız Kevser'in yaşı küçük olduğu için resmi nikah 2,5 sene sonra kıyılabilmiş. Zorlu yıllardan sonra, o güne dek yağlı arabada su satan Nuri'ye TCDD'de iş bulup Eskişehir'e yerleşmişler.Orada kaldıkları dokuz sene içinde önce Perihan, sonra Öznur ve Gülsüm dünyaya gelmiş. Üç kızdan sonra bir oğlan için okunmuş elmayı ikiye bölüp yemişler. Mustafa ve Abdurrahim doğmuş.1946'da Ankara'ya gelip Altındağ'a iki göz ev yapmışlar. Karı koca, beş çocuk ve kaynana-kayınbaba tek göz odaya yerleşmiş, yan odayı kiraya vermişler.65 sene orada kızları, oğlanları gelin etmişler.13 torun sahibi olmuşlar.O torunlardan biriyim ben...Tuvaleti dışarıda olan o iki göz gecekondunun bahçesinde geçti çocukluğum... Kah dut ağacının dalında kah kümeste tavuklarla...Anneannemin "Yesin Allah'ın aslanı" diye diye ekmeğe sürdüğü Sana yağını dişlerken onunla kömürlüğün üstünden kızakla kayma ya da büyüyünce bir "Cava motosiklet alma" düşleri kurarak... O pembe evin kapısına bir gün kocaman kırmızı çarpı işareti kondu.Yıkım ekibi geldi, gecekondu, kümes, dut ağacı tarih oldu. Anneanne, 65 yıllık bahçesini terk edip apartmana taşındı. Bir ömür boyu süren çilesi bitmişti. Gün boyu 50'lik tespih çeker, tanıdığı tanımadığı herkese dua ederdi. Dua ettikleri arasında Atatürk, Zeki Müren, Adile Naşit de vardı.100'ü bulacağını düşünürdüm. Böyle deyince "Allah daha uzun ömür vermesin artık Can'ım... Hayat zorlaşıyor gittikçe... Hayırlı ölümler nasip etsin" derdi.Son duası da kabul oldu.Son bayramında yine bütün çocukları, torunları, gelin, damatları başucundaydı. Sevdiği Allah'ına gülümseyerek gitti. Nur içinde yatsın. Zeki Müren'e dua ederdi Beşik kertmesiyle tanışmasını anlatmıştı bir gün: Aynı gün doğduklarından kundakta nikahlanmışlar ama Adem büyüyüp bir baltaya sap olamayınca, hala başkasına vermiş kızı...Yıllar geçmiş, ikisi de evlenmiş.Dul kaldıktan nice sonra Kevser bir Çubuk gezmesinde yol sormaya bir eve girmiş. "Ben Hafız'ın kızıyım" diye tanıtmış kendini... Evin erkeği yürekten "Sen misin Kevser?" deyince Adem olduğu anlaşılmış: "Bende bir helecan kalktı sorma, elim ayağım çözüldü" derdi anneannem, biz kahkahalarla gülerken...Eve buyur edilmişler. Ama ayıp olur diye adam kapıdan selam verip kaybolmuş. Evin hanımı "Sen benim adama nikahlıymışsın" demiş Kevser'e... "Beşik kertmesi nikahsa, nikahlıyım" diye gülmüş Kevsercik...Sonra "artık kardeş olmuşlar", ailece gidip gelmeye başlamışlar. Anneannem ölünce ilkin 90'lık Adem'i aradık Çubuk'ta... Aynı karşılaştıkları andaki gibi yürekten "Kevser..." diye inledi duyunca..."Keşke onunla evlenseydim, buralara gelmeseydim" demişti Kevsercik..."Adem efendi memur olmuştu, evlendiği adam ise Ankara'da yaylı arabada su satıyordu." Ne kader! Kevser'i beşik kertmesine verseler, bu satırların yazarı olmayacaktı bu köşede... Taşradan hazin bir aşk hikayesi... 16 yaşındayken Ankara'dan iki ihtiyar kadın görücü gelmiş eve... Kevser'i beğenip 1 hafta içinde nişan takmışlar. Nişanlandığı "Nörü"yü ondan sonra görmüş. Ve ilk defa o zaman "helecanlanmış". Nörü, çarşıdan "resimci" getirip "fotoğraf aldırmak" istemiş, ama Kevser çekime "Arap gibi kapkara" gelmiş, yüzünü açmayı reddetmiş. Sonra damat, gelin adayının yüzünü merdiven kapısında tesadüfen görmüş ve "Kaçma, gördüm göreceğimi" demiş.Nuri'nin ailesi, 93 Harbi'nde Kırım'dan göçen Tatarlardan... Büyük dede Ahdem Hoca -adına cami var Kırım'da- tüm parasını altındaki mindere doldurup gelmiş. Yozgat'a yerleştirilip de paraların tedavülden kalktığını öğrenince rüzgara saçmış banknotları... Oradan Lezgi'ye göçmüşler. Nuri orada doğmuş. Sonra Ankara'ya gelmiş, İsmet Paşa mahallesine yerleşip altı çocuklu koca bir aile olmuşlar.Çubuklu Kevser o aileye gelin gitmiş işte... Mahalleye şan olsun diye 40 taksi ile getirmişler gelini... Bir hafta içkili, yemekli düğün olmuş. Bentderesi inlemiş baştan başa... 10 kadın, yeni gelini Şengül hamamına götürüp incelemiş, akşama kadar uğraşıp topuğuna dek siyah iplikten 35 kamçı tel örmüşler. Evde terzi beyaz gelinlik dikmiş. Evlenmişler."Sevdin mi?" diye sorduğumda çoğul yanıtlardı:"Sevdik herhalde... Sevmesek terk ederdik." "Sevmesek terk ederdik"