Pazar Dans eder misiniz?

Dans eder misiniz?

15.02.2004 - 00:00 | Son Güncellenme:

"Önce kıza, sonra döndüm paşaya selam verdim. Babası alkışladı sonra herkesten alkış koptu. Yani diyeceğim, meraklıyımdır dansa, bu halimde, şu yaşımda bile güzel dans ederim yani, methetmeyim kendimi ama. Peki, siz de dans eder misiniz?"

Dans eder misiniz

İÇİMİZDEN BİRİ / ABDÜLKADİR KÖYLÜ Ve hâlâ çok sevdiği tezgahında kunduracılıkla uğraşıyor... Atatürkün öldüğü yılda ben Edremitte, ortaokul birdeydim, o yılı iyi hatırlıyorum. Sonra İkinci Dünya Savaşı çıktı. Babamı ihtiyat askeri olarak aldılar. Hazır ve imalat ayakkabı satılan dükkanımız vardı. Babam beni ve ağabeyimi okuldan aldı ve dükkana koydu. Ben gelene kadar evi geçindirirsiniz dedi. Ve tezgaha oturduk. Babamız bizi kahvelere yollamazdı ve halkevleri vardı, bizim devrimizde. Akşamları yemekten sonra her gece halkevine giderdik. Birçok kollar vardı halkevinde, müzik kolları, piyes kolları, işte tiyatro kolları falan." Ritimle tanışıklığı mandolinle başlayan Suat Bardakçı, bu kurslarda sırasıyla akordeon ve keman çalmasını öğrenir. "Halkevinin bir odasına abim akordeon, ben kemanla kapanırız, mikrofon koyarlar önümüze. Kapıları kapatırdık, biz çalar, bütün Burhaniye, hoparlörlerle, değişik yerlerde bizi dinlerdi. Her akşam caz yapardık. Dans dersi verilirdi. Müziğin içinde böyle ilerledik biz." Askerliğini Gelibolu ve Balıkesirde bando bölüğünde yapar. Askerde hep çalmayı istediği saksofonu da öğrenir. Suat Bardakçının Ayvalıktaki kunduracı tezgahındayız. Bir yaz günü, hava sıcak... Bir yanda onarılmayı bekleyen ayakkabılar, bir yanda Suat beyin ellerine alışmış emektar bir akordeon. "Papatya gibisin", "Bekledim de gelmedin" ezgileriyle kesilen coşkulu bir anlatım. Neredeyse tango adımlarıyla dans etmeye hazır 63 yıllık bir kunduracı... Suat bey, 1927 yılında Burhaniyede, Seyfettin bey ve Şaire hanımın yedi çocuğundan ikincisi olarak dünyaya gelir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında babasının askere çağrılmasıyla ortaokulu bırakır, kunduracılığa başlar. Askerlik sonrasında İstanbul, ardından da Ayvalıka yerleşir. Yaptığı iki evlilikten dört çocuğu olur... Ayvalıkta, kızıyla birlikte yaşıyor. "1950de Kore Savaşı çıktı, daha ben terhis olmadan, askerim Geliboluda. Bölükleri dolaşıyorlar, gönüllü var mı Koreye diye. Ben hemen çıktım, yazıldım, benim gibi pek çok arkadaş da yazıldı. Tümen komutanının kızına akordeon dersi veriyordum, tümen komutanı beni yakından tanıyordu. Bakmış gelen listeye, Suat Bardakçı, bando bölüğü görünce tanımış tabii, beni kalemle silmiş. Bu demiş, gitmeyecek Koreye. Tümen, emir subayı beni yolda gördü giderken. Bardakçı dedi, seni paşa sildi, Koreye gitmiyorsun. Ben de ısrarla gitmek istiyorum. O zaman gençlik, şimdiki aklım olsa gitmem ya. Gitmek, dünyayı görmek, tanımak istiyorum. Ölmek hiç aklıma gelmiyor o zamanlar." 25 Temmuz 1950de Türkiye Kuzey ve Güney Kore arasında çıkan savaşa asker gönderme kararı verir. Üç yıl süren savaş süresince Türk Kore Birliği, 721 şehit, 2147 yaralı, 234 tutsak ve 175 kayıpla BM gücünün en ağır kayıp veren birliklerinden biri olur. "Ben hatta tümen komutanına çıktım da, Generalim beni yollamıyormuşsunuz, ama ben gitmek istiyorum Koreye dedim. Oğlum dedi düğüne mi gidiyorsun? Ölüme geç mi kaldın? Bu siyasi bir şey, sen girme bu işlere. İki gün sonra, askeri gazinolarda cumartesi günleri eğlence olurdu, ben yine mikrofon başındayım, akordeonla ağır tango çaldık. Paşa kızıyla kalktı, önümden geçerken, Gördün mü? Bak bir de Koreye gidecektin. İşte bak ne güzel akordeon çalıyorsun. Ne işin var Korede be oğlum dedi. Sağ olun generalim dedim. Koreye gitmedim velhasıl... Terhis olunca İstanbula gittim ben de. İstanbulda hem kunduracılık hem de müzik yapacaktım. Hâlâ değişik yerler görmek istiyordum. Ondan sonra müzisyen Fehmi Egeyle bizzat tanıştım. Şimdi rahmetli oldu. Onunla beraber Papa Corc diye birisi vardır, Yüksek Kaldırımdan aşağıya inerken müzik mağazaları vardı, o kefil oldu, güzel bir yüz 20 baslık akordeon aldım, taksitle. Tabii ödedim sonra." Fehmi beyin de yardımıyla gece kulübünde çalışır. Ancak memnun kalmaz ve düğünlerde çalmaya karar verir. "Şehzadebaşında, Patracı Hüseyin diye birisi vardı, bizi düğünlere gönderiyordu. Üç arkadaş bazı düğün salonlarına gider çalardık." O senelerde ilk eşi Cavidan hanımla tanışır ve evlenir. "Gündüzleri kalfalık yapıyordum kunduracı olarak Çarşı Kapıda, geceleri de düğün salonlarında çalıyorduk. Bizim zamanımızda salonlar azdı çok. Mesela Fatihte Madalyon Sineması ve İskele Gazinosu vardı. Bu geceli gündüzlü çalışma yorucu oluyodu tabii." Bir süre sonra İçerenköyde dükkan açar. İlk çocuğu doğar. Aynı yıl Cavidan hanımla boşanırlar. İstanbulu terk eder Suat bey. Baba evine döner. Müziğe olan ilgisi devam etmektedir. Ayvalıkta denemek ister şansını, Ayvalıka gider: "Ayvalık daha ileri görüşlüydü. Yani böyle batı müziğine falan daha açıktı. Müziği seviyordum, kopamazdım. Ayvalıkta Şehir Kulübü var mesela, orada, 15 günde bir, aile toplantıları olurdu. Ve piyanist İzmirden getirilirdi. Davetliler smokinle fraklarla kapıda davetiye göstererek içeri girerler, nezih bir yer öyle. Kore Savaşı Şimdi, lafı nereye getireceğim, orada yaşayan askerlik arkadaşım Tevfik bana Akşam balo var, şehir kulübünde dedi. Beraber gittik, deniz kenarında... Saat 11.00e kadar çaldık. Bu arada davetliler arasında bir genç kız yavaş yavaş bana geldi, "Papatyayı çalar mısınız?" dedi. Papatya tangosu o zaman yeni çıkmıştı tabii çaldım, oldu. Bir saat falan geçti, tekrar yine, bir daha istendi papatya." O gece tanıştığı Atifet hanımla evlenmeye karar verir. Kızlarını Ayvalık dışına göndermek istemeyen aile, Ayvalıkta kalıp dükkan açması kaydıyla bu evliliği onaylarlar. "Velhasıl mutlu bir evliliğim oldu işte... O zamanlar burada hem Halk Partisi Bandosu vardı, hem Demokrat Parti. İki tarafın da bandoları vardı. İşte o, bandoda, Halk Partisi bandosunda Bahri abi vardı, saksofon çalıyordu, ben de akordeon çalıyordum. Memurlar gecesi gibi değişik günlere katılırdık. O yıllarda tango, bolero, samba, efendim işte, daha çaça, raspa, çok müzik ve dans vardı. Ama bu arada tabii harmandalı veyahut başka oyun havaları falan çalıyorduk böyle. Ama daha ziyade garp müziği çalardık... Edremit, Havran, Bergama, Dikili böyle, bütün bu bölgede, bizden başka orkestra yoktu. Günde iki tane, üç tane, dört tane düğün yaptığım vakidir. Bundan 15 sene evvel müziği bıraktım. Akordeonu eve koydum, eve gittiğim zaman akordeon çalarım. Şimdi çocuklarım, oğlum, kızlarımla beraber, mutlu bir hayatım var. Yalnız eşim, kanser oldu ve öldü. Şimdi çocuklarımla beraberim. Torunlarım var." Papatya tangosu "Babam meşhur bir ustaydı. Çizme üzerine çok meşhurdu. O zaman, o devirlerde, Alman harbi zamanında çizme giymek meseleydi. Ayakkabıyı kendisi kesip biçiyor, yapıyordu. Her şeyin vesikaya, karneye bağlandığı yokluk, günlerinde, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ağaç çivi devri vardı o zaman. Ayakkabılar ağaç çivi yapılırdı, ağaç çivi bulunmayınca, bulamazdık yani, kibrit çöpleri var ya, onları sivrilttik küçük küçük, böyle her boyda, küçük veya büyük, onları ayakkabılara çakar, ayakkabı yapılırdı yani. Bu arada babamdan mesleği öğrendik. Sonra babam yaşlandı bıraktı mesleği. İstanbuldan geldim falan, Ayvalıka yerleştim. Ayvalıkta da, ayakkabıları hep hazır alıyorlarmış. İstanbulda yaptığım gibi, aynı şekilde burada da hemen ismim duyuldu, herkese yeni sipariş ayakkabı yapıyordum, zenne, zenne denilen kadın ayakkabısı. Zengin tabakaya yapardım. İşte İstanbulda da o zaman lame ayakkabılar modaydı, sahne ayakkabıları mesela. Artistler film çevirmeye gelirdi mesela buraya. Belgin Doruka, Hülya Koçyiğite, Muhterem Nura iki çift yaptım. Onlar film setlerinde film çevirirlerken, şimdi gelmiyorlar ya, hâlâ bana söylüyorlar mesela, Suat usta diyorlar, sen bize ne güzel ayakkabılar yapıyordun. Sonra işte, malzemeler pahalandı falan bıraktım mesleği. Şöyle bir de, yeniciliği bıraktım, tamire döndüm. Bir lira, bir milyon, üç milyon, beş milyon, akşama bakıyorum para çekmecede toplanıyor. Allah bereket versin diyorum, cebime koyuyorum, Allahaısmarladık. Sabah geliyorum, gene dükkanı açıyorum, yeni bir gün başlıyor. Suluyorum dükkanı, temizliyorum, bekliyorum, kim gelecek diye.." Kunduracılık "Bu arada biz de abimle beraber, güzel zeybek ve kılıç kalkan oynuyorduk. İsmet İnönü dahil, o zaman cumhurbaşkanıydı, bizi seyretti. Her pazar, köylere gidilirdi, bir-iki otobüs tutulurdu belediye tarafından. Bir gün evvelden muhtara haber verilirdi. Köylüler toplanır hazırlanırlardı; köy meydanı sulanır, süprülür, sandalyeler sıralanır, yenecek içecek hazırlanırdı. Biz gittiğimiz zaman bakıyoruz köy meydanına halk da toplanmış. Bu arada konuşmalar yapılıyor mesela, diyelim ziraat mühendisi çıkıyor, köylüleri, ağaçlarla, zeytin ağaçlarıyla ilgili bilgilendiriyor, mahsulleri işte anlatıyor, ondan sonra doktor kalkıyor, kendisine göre bir konuşma yapıyor o da. Oyunlar oynanıyor. Köroğlu çalmaya başlıyor davul tabii, biz de abimle kılıç kalkan oynuyoruz, bir hoşluk oluyor, bütün köy, alkışlanıyor." Kılıç kalkan Danışmanlar: Doç. Dr. Aynur İlyasoğlu-Doç. Dr. Esra Danacıoğlu Proje koordinatörü: Gülay Kayacan Görüşmeyi yapan: Hakan Koçak Deşifre ve redaksiyon: Sevil Üzrek Görüntü kaydı: Tamer Üstel Yayına hazırlayan: Tuba Çameli Projeye katkılarınızı bekliyoruz: Faks: (0212) 227 37 32 e-posta: mailto:tbct@tarihvakfi.org.tr www.tarihvakfi.org.tr Telefon: (0212) 327 86 58