Pazar "Dedemle anneannem uzaylılar gibiydi!"

"Dedemle anneannem uzaylılar gibiydi!"

30.09.2007 - 00:00 | Son Güncellenme:

Ayşe Kulin: "Anneannemin annesi Behice Hanım ve babası, Osmanlı'nın son Maliye Nazırı Ahmet Reşit Bey'i de gördüm. Onlara bakınca bir çağ farkını hissediyordunuz. Dil başka, kıyafetler başka, eda başka. Farklı bir dünyanın insanları gibiydiler. Şuraya uzaylılar inse, aynen onlar gibi..."

Dedemle anneannem uzaylılar gibiydi

Aslında 1920'nin işgal altındaki İstanbul'u; yaşantısıyla, sorunlarıyla, diliyle, geleneği, göreneğiyle yine bu konakta... Konak ise, elinize aldığınızda bitirmeden bırakamayacağınız kadar akıcı bir üslupla yazılmış bir kitapta; Ayşe Kulin'in son romanı "Veda"da... Diğer adıyla "Esir Şehirde Bir Konak"ta...Bu romanın bir başka özelliği de kahramanlarının neredeyse tümünün Ayşe Kulin'in akrabaları olması. Üstelik bir üçlemenin ilk kitabı bu; 1922'de, Kulin'in annesinin doğumuyla bitiyor... Ne tuhaftır ki; kurgu yaşamda doğan karakter gerçekte veda ediyor hayata. Kulin'in annesi romanın bitiminden hemen sonra hayatını kaybediyor.İkinci kitap Ayşe Kulin'in doğumuna kadarki dönemi işleyecek, bütün arka bahçeleriyle... Son kitapta da günümüze kadar geleceğiz...Edebiyat eleştirmenleri ve tarihçiler ne düşünür bilinmez ama "Veda"nın okur nezdinde önemli bir sorunu var: Ona veda ettiğinizde kahramanları da konağı da çok özlüyorsunuz. Beyazıt'ta kadınlarla dolu bir konak. İçinde deli saraylısı da var; nazenin gelini de, piyanosuna delicesine tutkun genç kızı da... Aşk da var bu konakta, Sarıkamış gazisi bir kaçak da, son Osmanlı kabinesinin maliye nazırı da... "Kendimi çocuk doğurmuş gibi hissediyorum!" Çoook. Annem, son beş senesinde kendini pek bilemedi. Aklı geldi, gitti; çocuk gibi olmuştu. Çok korkuyorum; bu benim de genlerimde vardır diye. Bütün büyük teyzelerim 100'e yaklaştılar. Ben de o genleri aldıysam uzun yaşayacağım ama bilinçsiz yaşamak kadar kötüsü yok hakikaten. Farkında değildi annem birçok şeyin. Benim için çok üzücüydü onu o halde görmek. Bu kitabı yazarken bir şey sormak istiyorum; mesela soba nereye kurulurdu filan, yok. Annem orada ama yok. Çok kötü bir duygu. Ben de unutkan olurum, bunarım diye çok korkuyorum. Yazmak istediğim çok şey var. Hakikaten bir panik duygusu yaşıyorum zaman zaman. Ben çok önce başladım yazmaya ama biliyorsunuz yayıncı bulamadım. Bana karşı bir önyargı camı var. Belki kırıldı ama ben de bu arada aldırmamayı; gocunmadan yürümeyi öğrendim. Geç gelen bir kariyeriniz var. Sizin ailede kadınlar geç ölüyor ama bazen "Eyvah geç kaldım; yazacak ne çok şey var" paniği yaşıyor musunuz? Çocuk doğurmuş gibi hissediyorum. Üstünüze bir hafiflik, mutluluk geliyor. Dört çocuk doğurmuş olduğum için biliyorum; o belki de insanın fizyonomisinde oluşan bir şey, bir kimya. Yani tepenizde dünya yıkılabilir ama siz dünyaya bir şey getirmiş oluyorsunuz ve hiçbir şey umrunuzda olmuyor. Kitap da buna yakın bir şey. Peki bir kitabı bitirince ne hissediyorsunuz? Nasıl bir duygu? Büyük teyzem Sabahat ile Ermeni eniştemin aşk hikayesini biraz değiştirerek "Nefes Nefese"ye almıştım. Şimdi artık gerçek hikayelerini bu kitabın devamına yazabileceğim. Ermeni meselesine de o arada gireceğim. Sizinle son söyleşimizde Ermenilerle ilgili okumalar yapıyordunuz. Sanki sırada Ermeni meselesiyle ilgili bir kitap var gibiydi. Ne oldu da fikriniz değişti ve ailenizin hikayesine döndünüz? Hayır, hayıflanmıyorum çünkü nehir romanın ikinci kitabında sadece onu anlatmayacağım. Dedem Ahmet Reşat'ın sürgünden dönüşü, cumhuriyete intikal edişi, ilk yılları; anlatacak o kadar çok şey var ki. Bizim tarihimizin her 10 yıllık diliminden 10'ar roman çıkar. O kadar zengin. "Nefes Nefese"de Ermeni eniştemi bir Musevi gencine dönüştürmüştüm ama yeni kitapta gerçek hikayesi gelecek. Yeni romanınızda çocukluğunu okuduğumuz Sabahat teyzenizin hikayesini "Nefes Nefese"de harcadınız diye hayıflanıyor musunuz? Aslında ailemin kendisini değil, İstanbul'un işgal altında olduğu dönemi anlatmak istedim. Bunu anlatırken de bir aile kullanacaktım. O dönemi, o dönemde yaşananları, hem Kuvayı Milliyecileri hem padişahı tutanları... Ve gri renklerin de olabileceğini romanıma koymak istiyordum. Tesadüfen benim ailemin içinde hem padişahı tutanlar hem de Kuvayı Milliyeciler var. Bu malzemeyi niye kullanmayayım diye düşündüm. Peki ailenizi yazmaya nasıl karar verdiniz? "Kayınvalide paçavraları giyiyor, sırf gelini rezil olsun diye" Doğru ama Mehpare'nin asıl adını romanda kullanmak istemedim. Çünkü ailesi yaşıyor. Tabii bir yerde romana kurgu yapmak zorundasınız. Bu kitap biyografik bir metin değil, kurgulanarak yazılan bir roman. Saraylıhanım da yarı kurgu yarı değil çünkü evin içinde gerçekte üç yaşlı kadın var. Biri Ahmet Reşat'ın eşi Behice'nin teyzesi, diğer ikisi Ahmet Reşat'ın annesi ve teyzesi. Romanın ana karakteri Ahmet Reşat, sizin büyük dedeniz. Onun da üç tane kızı var; Leman, Suat, Sabahat... Leman Hanım anneanneniz, Dr. Mahir dedeniz... Saraylıhanım dedenizin teyzesi, Kuvayı Milliyeci Kemal, Saraylıhanım'ın torunu. Bir de Kemal'in aşık olduğu Mehpare var... Hepsi gerçek karakterler! Evet. Hele Behice hanımın kayınvalidesi müthişmiş; onun hikayeleri hiç bitmezmiş. Gelinine eziyet etmek için yapmadığını bırakmamış. Ahmet Reşat maliye nazırı olduktan sonra Behice, nazırın eşi olarak misafir kabul edecek... Kayınvalide hiç giymediği paçavraları giyiyor misafirler geldiğinde, sırf gelini rezil olsun diye. Bunları koymadım romana. Yarı kurgu yarı gerçeklerden beslenen bir roman oldu bu. Ama tabii tarihi olayları dikkatle yazdım. Bu romanı okuyan tarihi açıdan yanılmaz. Üç yaşlı saraylıhanımdan tek bir karakter!.. Hem baba hem anne tarafımda önemli görevlerde bulunmuş insanlar var. Soyağacınıza bakınca görülüyor ki, aileniz gerçekten biyografi malzemesi kaynıyor. "Murat Bardakçı yardımcı oldu. Kolay değil eski Türkçe okumak" Ben anneannemin annesi olan Behice hanımı da, babası Maliye Nazırı Ahmet Reşat'ı da gördüm. Ahmet Reşat öldüğü zaman 8-9 yaşındaydım, Behice hanım öldüğünde de orta 3'üncü sınıftaydım. Çok net algılarım var. Bir çağ farkını onlara bakınca hissediyordunuz. Sanki her şey biraz daha yavaşlıyor, dil başka, kıyafetler başka, edalar başka. Yani başka bir dünyanın insanları. Şuraya uzaylılar inse adeta onlar gibiydiler. Her şeyleriyle Osmanlıydılar. Benim üstümde müthiş bir etki bıraktılar ve ben farkında olmadan her yazdığıma girip çıkıyorlar. Öykü yazmaya kalkıyorum oradalar; romanlarıma sızıyorlar; yani ben bunu bilinçli yapmıyordum. Bir yolunu bulup giriyorlar itiş kakış. Bugüne kadar aile malzemesinin ne kadarını kullandınız? Evet. O piyano, beni annemin ölümünden daha fazla etkiledi. Anneannemin evinden ve piyanosundan ayrılışı inanılmaz acıklı bir sahneydi. Ağlamıyordu ama görüyordunuz acısını; piyanosunu bırakıp 50 sene oturduğu Nişantaşı Narmanlı'daki apartmanın kapısından çıkarken... Aslında sadece insanlar da değil, anneannenizin piyanosu mesela... Öykülerinizin birinde vardı. Korkunç bir enflasyon vardı. Anneannemin babasından kalan mülklerini sattık; parayı oraya buraya yatırdık. Derken faizler düştü. Para oldu pul. Ve konaklarda yaşamış bu kadını biz Narmanlı'daki evinden çıkarmak zorunda kaldık. Ev sahibine yalvardım "Anneannem çok yaşlı, n'olursunuz bir sene daha müsaade edin bu evde ölsün" diye. Adam en sonunda "Ayşe hanım apartmanda herkes patır patır ölüyor, bir tek sizinki yaşıyor" dedi. "Artık çıkın ya da kirayı artırın." Annemin yanına taşınmak zorunda kaldı. Hap kadar bir ev; piyanonun sığmasının imkanı yok. Anneannemin o evden çıkışı çok hüzünlüydü gerçekten. O piyanonun hikayesi benim ilk ödül kazandığım öyküdür; onu içimi dökmek için yazmıştım. Niye taşındı? Bu kitabı yazarken annemi kaybettim ve biraz vicdan azabı çektim açıkçası. Çünkü babama ithaf ettiğim kitap var, anneannem için yazdığım öykü var ama anneme hiçbir ithafta bulunmamışım; oysa bir sürü kitabım var. İçimden annemi romana katmak geldi. Roman, Ahmet Reşat'ın sürgünden yazdığı bir mektupla bitiyor. Mektubun orijinalinde annemle ilgili bir şey yoktu. İçine bir cümle ekledim; sanki annemin doğumunu Ahmet Reşat'a haber vermişler, o da torununun doğumunu tebrik ediyor mektupta. Aslında annem daha önce doğmuş. Bu kitap, annenizin doğumuyla bitiyor. Zaten kitabı da Ahmet Reşat bey ile annenize ithaf etmişsiniz. "Ayşe hanım, anneniz vefat etti!" Önce dönemle ilgili okumalar yaptım. "Bir Gün" adlı romanım elimden çıktığı andan itibaren, üç yaz önce, "Veda"nın malzemesini toplamaya başladım. Çok kitap okudum. Upuzun bir okuma listem vardı. Osmanlıca yazılmış bir sürü aile mektubu okundu, edildi. Murat Bardakçı yardımcı oldu. Kolay değil öyle eski Türkçe okumak. Çok zor bir çalışmaydı. Kitabı yazmaya ne zaman başladınız? Aslında annem öldüğünde kitabı bitirmiştim; düzeltmelerini yapıyordum. Kitap bittikten sonra birçok kez okunuyor biliyorsunuz. Urla'da kitabın üstünde son çalışmaları yaparken birden İstanbul'a gelmek, annemi görmek istedim. Gelir gelmez yanına gittim. Çok iyi görünüyordu; kapıda karşıladı beni. Nasıl sevindi anlatamam; sarıldım, öptüm, beraber yemek yedik. Pervanesi bozulmuş bu arada. Her yaz onu da götürüyordum Urla'ya ama o bu yaz yolculuğa dayanacak halde değildi. Kitap bitmeden ne kadar önce öldü anneniz? 90. Ama mesela anneannem 90 yaşındayken çok dinçti; annem öyle değildi. Yemekten sonra "Hava çok sıcak, yeni bir tane pervane alın" dedi. Çıktım Nişantaşı'na; pervane yok, kalmamış. Akmerkez'e gittim sonra. Orada buldum bir tane; annemin bakıcısına telefon ettim: "Ben pervaneyi aldım, parasını ödedim gelip Akmerkez'den alın." Sonra da dünürüme gittim; o da rahatsızdı çünkü. Daha yeni oturmuştum ki bakıcı aradı; "Ayşe hanım neredesiniz? Ben geliyorum sizi almaya." Dedim ki "Salih, beni alma evladım, Akmerkez'e gidip pervaneyi al". Salih ısrarla "Efendim ben sizi almaya geliyorum" diyor. Artık söylenmeye başladım: "Laf anlamıyor musun Salih, ödedim ben parasını; git al şunu." Salih "Anneniz vefat etti" dedi sonunda. Allahım, nasıl pişman oluyorsun; Allah'ın belası pervane! O olmasa annem kollarımda ölecek. Eve döndüğümde annem henüz sıcaktı. Ellerini öptüm, sevdim ve haber vermedim kimseye. Çünkü haber verdiğiniz anda gelip alıyorlar, gidiyor sizin olan şey. Böyleydi. Ondan sonra annemi bu romana katmaya karar verdim. Kaç yaşındaydı? "Üçüncü kitapta herhalde babamın peşinden koşacağım" Tamamen tesadüf. Ama tabii Kemal Tahir'in bütün kitaplarını okudum ve kendisi çok hayran olduğum bir yazar. "Esir Şehirde Bir Konak" aslında birinci bölümün adıydı. Kitabın adı sadece "Veda"ydı. "Veda" çok uygun bir ad bu roman için; her şeye veda, imparatorluğa veda, bir çağa veda... Ama ajanım Barbaros Altuğ kitabın ismini çok kısa buldu. Bunun üzerine "Esir Şehirde Bir Konak"ı da ekledik; belki de iyi oldu çünkü romana dair bir fikir veriyor. Kitabınızın adı "Veda-Esir Şehirde Bir Konak", Kemal Tahir'in "Esir Şehir" üçlemesini anımsatıyor. Bir gönderme mi yapmak istediniz yoksa tesadüf mü? Hayır. Hafızası eskisi kadar iyi değildi. Bunamıştı. Ama o konağı annem bana en aşağı 100 kere anlatmıştır. Her bir odasını, tek tek. Bir de tabii kitapta geçen ikinci bir konak daha var; adadaki... O konakta yaşadım. Bir konağın havasını oradan biliyordum. Yazın bütün kızlar kocaları, çocukları ve torunlarıyla gelirlerdi. Şimdi ben de aynı şeyi yapıyorum çocuklarıma. Kitabı yazarken annenizden yardım aldınız mı? İkinci kitap Ahmet Reşat'ın ülkesine dönmesiyle başlayacak. 1924 sonu ile 1925 başı... Konaktan çıkıp Narmanlı'daki eve taşınıncaya, 1940'lı yıllara kadar getireceğim. Üçüncü kitapta da kendi doğumumdan başlayıp günümüze geleceğim. Orada da herhalde babamın peşinden koşacağım. İkinci kitapta neler olacak? Bir Kelime-i Şahadet'i öğrenemedin damat, şimdi başın belaya girecek" Babamın bütün arşivi bende. Ben babama çok düşkündüm. Karakterimin yapıtaşlarını herhalde ona borçluyum. Üçüncü kitap Ankara'da bir bürokrat mühendisin hayatını anlatır gibi olacak ama yine müthiş bir siyasi arka plan döşeyerek. Çok önemli bir dönem o. İhtilaller oluyor, DP geliyor, DP gidiyor. 6-7 Eylül'ü çok iyi hatırlıyorum. Üstümde mavi beyaz çizgili bir süveter, 13 yaşımdayım. Ermeni eniştemin arabasındayız; ben, eniştem, anneannem eve dönüyoruz. Birdenbire etrafımızı sarıyorlar. Arabayı kaldırıp kaldırıp indiriyor insanlar; gözleri dönmüş... Anneannem kafasını çıkarmış arabadan "Eşhedü en la ilahe illallah..." diye bağırıyor. Farkında ki Müslüman olduğumuzu ispat etmemiz lazım. Onu hissetmiş. Ermeni enişte de Müslüman olmuş tabii teyzemle evlenebilmek için ama laf ola beri gele... Anneannem nasıl kızıyor enişteme; "Bir Kelime-i Şahadet'i öğrenemedin, şimdi başın belaya girecek" diye. Müthiş bir yıkıntının içinden geçip evimize geldik. Şimdi bunları nasıl anlatmazsın? Babanızın arşivi? Evet, babam DSİ'nin kurucusu; Süleyman Demirel'in Amerika'ya gitmesi için imzasını veren kişi. Ama Demirel'i günahı kadar sevmezdi. Ben de hiç sevmezdim. Yalnız, cumhurbaşkanlığı yıllarından sonra Demirel'e bir bilgelik hali geldi. Babanız Devlet Su İşleri'nin kurucusu... Süleyman Demirel de onun memurlarından biriymiş. Babam onu her zaman bir kurnaz Türk köylüsü olarak görmüştür. Ama benim sonradan takdir ettiğim tarafları oldu Süleyman Demirel'in. Nasıl bilirdi babanız Demirel'i? "Bana sorarsanız çok şekerim, gelinlerime sorarsanız cadının tekiyim!" Hayır, ben babama benzerim. Büyük teyzeleriniz, anneniz... Kitaptaki kadınlardan size geçen özellikler var mı? Tipik bir Bizanslı o. Gelin-kaynana çekişmesi de çok baskın kitapta. Behice hanımın sözde kayınvalidesi Saraylıhanım tipik bir kayınvalide. Onu bana değil, gelinlerime sormanız lazım. Bana sorarsanız çok şekerim, onlara sorarsanız cadının tekiyim; yani bu hep böyledir. Çünkü kayınvalidelik diye bir müessese var. Ben de öyleydim kayınvalidelerime karşı. Ağzından çıkan her laf, altın da olsa kafanıza demir leblebi gibi çarpıyor. Yani siz onu ne niyetle söylemiş olursanız olun gelin ters anlamaya hazır... Dolayısıyla iyi bir kayınvalide var mıdır? Bence yoktur. Ama ben kendi çocuklarımın aile hayatından çok uzak tutuyorum kendimi. Yani onların içinde değilim; en iyi tarafım bu herhalde. Siz nasıl bir kayınvalidesiniz? Ben iki evlilik yaptım. Birincisi çok kısa sürdü, üç sene. Oradaki kayınvalide-gelin ilişkisini irdelemeye değmez. Önce beni çok sevdi sonra boşanmaya karar verdim diye benden nefret etti kayınvalidem. İkincisiyle uzun yıllar çok resmiydik. Benim boşanmama yakın yakınlaştık. Boşandıktan sonra tam bir ana-kız gibi olduk; hatta annem hafifçe kıskanırdı. Nasıl bir gelindiniz peki? "Türbanlı hanımlarımıza gönderme yapmak istedim!" O evin içinde yaşanmış o aşk. Ben Mehpare'yi de tanıdım. Çekik gözlü bir Çerkez kadınıydı. Onu da oraya koymak istedim yaşanmış olduğu için. Yaşanmamış olsaydı da bir aşk kurgulamaya çalışırdım. İlle aşk kullanacağım diye bir şey yok; ama bu romana bir parça da aşk koymak gerekiyor diye düşündüm. Çünkü çok acıyla örülmüş bir roman. Kitapta bir aşk hikayesi de var. Aşk teması tarihi roman okumayı biraz kolaylaştırmak için mi? Yoksa hakikaten o evin içinde yaşandığından mı? O tamamen kurgu bir karakter. Ama anlattığım, Osmanlı feministlerinin atağa kalktığı bir dönem; Azra'yı koymalıydım kitaba. Azra karakteri üzerinden bizim türbanlı hanımlarımıza da bir gönderme yapmak istedim. Azra karakteri de ilginç; Osmanlı dönemi feministlerinden... "Kapama hakkın varsa açma hakkın da olmalı..." Zannediyorlar ki kadın hakları bir tepsi içinde Atatürk'ten sonra getirildi, sunuldu ve herkes kapıştı. Kimi kaptı kimi kapamadı. Kapamayanlar öyle kaldılar, kapanlar bizler. 150 yıl öncesine dayanan bir kadın hareketi var; isterim ki bugün türban takan hanımlar bu haklar için verilen mücadelenin 150 senedir verilmekte olduğunu bilsinler. Belgeler de mevcut. Bunların Osmanlı döneminde altyapısı hazırlanmamış olsaydı Atatürk tepsi içinde sunamayabilirdi. Kadın hareketinin kilometre taşları 1840'ta başlıyor ilk kadı önünde kıyılan nikahla. Bu nikaha kadar herhangi bir şeysin. Daha sonra kazanımlar edinmeye başlıyor kadınlar. Erkeklerin itemelesi ve Tanzimat hareketinin bastırmasıyla kadınların kazanmaya başladığı haklar var. Nasıl bir gönderme bu? Yani cumhuriyet gelip de türbanı kimsenin başından çekmeye çalışmadı. Kadın hareketi, kadın kimliği, ben varım, ben okumak istiyorum, sokağa çıkmak istiyorum... Bütün bunlar cumhuriyetten önce kadınların tümünün örtündüğü dönemde başlayarak edinilen haklar. Ve cumhuriyet gelmeseydi de bu kadınlar miras haklarını elde edeceklerdi ama tabii cumhuriyet sonrasındaki kadar hızlı olmazdı. Cumhuriyet döneminde de siyasi haklarını elde ediyorlar. Ve sonunda eminim başlarını örtmeme hakkını da elde edeceklerdi. Bu bir insanlık hakkıdır. Saçını istersen kapatır istersen açabilirsin. Kapama hakkın varsa açma hakkın da olmalı. Ve bence Osmanlı kadını o noktaya gelecekti. Çünkü Osmanlı kadını gidiyor bugünkü Sirkeci postanesinin merdivenlerinde oturuyor; eylem koyuyor. Zabıta, karşısında kadın görmeye alışık olmadığı için tutup da kaldıramıyor bile. Bu kadınlar eylem koyabilmişler yani. E bu kadınların sonu, istemedikleri zaman başlarını örtmeme hakkına kadar gelebilirdi. Neden bu gönderme özellikle türbanlı kadınlara? Her şeye dinin gereği diyoruz ve kapıları kapatıyoruz; başka izahat vermiyoruz. Bu kadar da değil dinin gereği. Bütün bunlar çok tartışmaya açık. Ama ben orada kadın hareketinin Osmanlılar zamanında başladığını anlatmayı tercih ettim; çünkü doğrusu o. Böyle derseniz "Biz bunu dinin gereği olarak yapıyoruz" açıklamasıyla karşılaşırsınız. "Benim dedem nasıl vatan haini olabilir?" Çok uzun yıllar; yani ben belli bir yaşa gelip de kurcalayana kadar hiç anlatılmadı. İlk uyanma anım şöyle oldu: Bir banka, Atatürk'ün bilmem kaçıncı doğum yıldönümünde madalyonlar çıkardı. Altın, gümüş ve bronz... Sanırım hatırlı müşterilerine gönderiyorlardı. Bize de bir tane geldi armağan olarak. Ben onu boynuma taktım; böyle bronz bir Atatürk kafası. Anneannem dedi ki "Sen bunu dedenin yanında takma". Ben de biraz bilinçliyim; Atatürk'ü biliyorum, seviyorum. Soruyorum niye takmayayım diye. Takarım, takmazsın, dede üzülür, üzülmez... Orada benim travmam başlıyor işte; neden dedem Atatürk'ü sevmez? "Yanlış anlama, sevmez değil ama çok da gözüne sokma dedenin. Biraz kırgındır çünkü" diyorlar. Peki niye kırgındır? Tabii bir şey anlatamıyorlar. Ben dedemin bir idam listesine adının yazılmış olduğunu öğrendiğim zaman hakikaten bir travma yaşadım. Çünkü dedem Ahmet Reşat, benim gözümde çok değerli, çok saygıdeğer, çok hoş, çok dürüst bir adamdı. Benim dedem nasıl vatan haini olabilirdi? Bu arada okulda Atatürk'ü okuyorum ve ona tapıyorum. Duygularım hâlâ da değişmiş değil. Babama gidip soruyorum, herkes "Sen daha küçüksün sonra anlarsın" diyor ama daha sonra ne olabilir yani. Böyle bir dönemim var benim belli bir yaşa kadar. Ondan sonra tabii öğreniyorsun. Kitabın sonunda dedeniz Ahmet Reşat sürgüne gidiyor. Ailede bu dönem nasıl anlatılırdı? Sanırım, bu olayları ortaokulda kurcalamaya başladım. Artık dedem ölmüştü. Herkesten bir şey koparmaya çalışıyordum. Annemin bir resmi var mesela, kolunda bir saat... Dedem sürgünden gelirken İtalya'dan getirmiş. Ne sürgünü? Niçin gitmiş? Böyle sora sora, biraz oradan biraz buradan... Üstü kapalı söylüyorlar; bir baskı var sanki üstlerinde. Kurcaladıkça başka şeyler de öğrendim. Mesela Maliye Nazırı dedem Ahmet Reşat, Kurtuluş Savaşı'na para çıkartmış. Ama niye padişahı tutuyor öyleyse?Şimdi düşünüyorum da, birilerinin cumhuriyeti yıkmaya kalktıklarını zannettiğimiz zaman ne kadar büyük bir tepki veriyoruz değil mi? Benimki 84 yıllık bir cumhuriyet, onunki 600 senelik bir imparatorluk; üstüne titreniyor doğal olarak. Özetle bu roman bir yerde benim bu travmadan kurtuluşum adeta. Ne zaman öğrendiniz peki? Tahminen kırgın öldü. 150'likler denen idam listesinde adı olduğunu duyunca sürgüne gitmek zorunda kalıyor. Ama döndüğünde öğreniyor ki, o zaman kabinede olmaktan başka bir suçu olmayan adamlardan ayırma yapmışlar ve dedem hasbelkader kurtulmuş. Çünkü o listenin 150 kişide bitmesi isteniyor müttefikler tarafından. Yani dedem idamlık listesinden çıkmış ama o bir kere gitmiş oluyor. Sonra geri dönüyor. Ankara'da mahkemeye çıkıyor ve beraat ediyor. Ahmet Reşat kırgın mı öldü? "Okulda padişahımı vatan haini belledim" Bütün bunları yaşadığına eminim. Maliye nazırı olarak bazı şeylere göz yummuş, bazı paraları kaçırtmış Kızılay üzerinden Kuvayı Milliyecilere yardım etmek için. Bunları belgeleyemem ama birçok kişiden dinledim. Bu noktaya geldiyse Atatürk'e minnet bile duyuyor olabilir. Ama hanedan kaldırılmasın istiyor; çünkü o genlerinde var. Aslında romanda kafası çok karışık Ahmet Reşat'ın... Vahdettin ile gönül bağı var ama romanın sonuna doğru padişahın hatalarını görmeye başlıyor. Hayır. Ama bende oldu tabii. Çünkü okulda padişahımı vatan haini diye belledim. Bugün öyle bakmıyorum. İstiklal Savaşı'nı kazanamamış olsaydık bu sefer de Atatürk vatan haini olacaktı. Her şey bir tesadüfe bağlı; onun için keskin yargılarla yapmamak lazım bu işleri. Yani sizin ailede Vahdettin'e karşı vatan hainidir diye bir bakış hiç olmadı. "Korsan olmasaydı zengin bir kadın olurdum!" Evet. Mavi mürekkep kullandık kitapta; korsanlar kopya çekemesin diye. Gözü de yormuyor. Bu bir ilk, korsana karşı. Mavi mürekkepli sayfaları öyle fotokopi makinesinden geçirip basamıyorlar; en azından oturup yazdırmak zorundalar. Bu kitap için özel teknikler kullanılmış... Geçen gün yayıncımla konuştuk bu konuyu. Çok kesin söyleyebilirim; korsan olmasaydı Türkiye satışımla ben zengin bir kadın olurdum. "Kitaplarımdan bir mal varlığı edinemedim" demiştiniz. Korsan meselesi olmasaydı, durum farklı olur muydu?