Pazar Denize açılan kapı

Denize açılan kapı

26.11.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

Trani yalnızca denize açılan tunç kapılı katedraliyle değil, surlarla çevrili küçük limanı, kalesi, dar sokakları, taş evlerin cephelerinde renkli çiçekler gibi sıralanan balkonlarıyla da ilk görüşte büyülüyor

Denize açılan kapı

SEYİR DEFTERİ Piemonte tepelerini şiirsel, içe dönük bir üslupla betimleyen Cesare Pavese'nin kenti Torino'da Po Irmağı'nın ağır aksak, çamurlu akışına dalıp gittiğim de oldu, Matera'da toprağa karışmış mağara evlerine şaşırdığım da.Roma'ya, Floransa'ya, Perugia'ya, hatta İtalyanlığından kuşku duyduğum Trieste'ye bile gittim; "Resimli Dünya"nın bazı bölümlerini Venedik'te yazdım. Mussolini döneminde güneyin en yoksul bölgesi Lucania'ya sürgüne gönderilen, "İsa Bu Köye Uğramadı" adlı ünlü romanın yazarı Carlo Levi'nin izini sürdüğüm de oldu, Sorrento'da Vezüv'e karşı Pompei'nin son günlerini -o sefahat, haz ve çöküş günlerini- düşlediğim de. Hiçbir şey bir kapuçino eşliğinde içtiğim Toskana purosu kadar kederimi dağıtamaz. Bir dönem yolum çok sık düştü İtalya'ya. Doğudan batıya demeyeceğim, bildiğiniz gibi "çizme"nin eninden çok boyu önemlidir ama kuzeyden güneye birkaç kez kat ettim bu ülkeyi. "Avrupa'nın en sevdiğin ülkesi hangisi?" diye sorsanız, yıllardır demir attığım Fransa bir yana, İtalya derim. Neden mi anlatıyorum bunları? Sözü Trani'ye getirmek için.Puglia bölgesindeki bu küçük kentin güzelliğini daha önceden duymuştum ama Adriyatik kıyısında böylesine eski, mimari dokusunu bu denli özenle koruyabilmiş, tüm tarihsel yapılarını teker teker onarmış bir kentle karşılacağımı tahmin edemezdim doğrusu. Trani yalnızca denize açılan tunç kapılı katedraliyle değil, surlarla çevrili küçük limanı, kalesi, dar sokakları, taş evlerin cephelerinde renkli çiçekler gibi sıralanan balkonlarıyla da kendine özgü bir kent. İlk görüşte büyülüyor insanı, "Taş ve suyun uyumu ancak bu kadar ölçülü, bu denli yumuşak olabilir" dedirtiyor. Güngörmüş bir kent Trani. Ama limandaki saray yavrusu evlerin arasına sıkışmış, roman ve barok mimarinin bu yöreye özgü tüm özelliklerini taşıyan kiliseleri ya da dinlerini değiştirmeye zorlanmadan önce Yahudi cemaatinin eşiğini aşındırdığı sinagogları birer müze görünümünde değil. Kesinlikle değil. Günlük yaşamın bir parçası onlar da, balıkçı tekneleri kadar cana yakın, eylül güneşinde ağlarını ören balıkçılar kadar alçakgönüllü. Güngörmüş bir kent Tarihi 13'üncü yüzyıla uzanan evlerin, iç avluların, merdivenlerin, kemerlerin, mermer sütunlarla kabartmaların arasında yabancılık hissetmiyorsunuz. Yoğun, taş yapıların tümünde insanlar yaşıyor, bir zamanlar Serenissima Cumhuriyeti'ne, yani Venedik'e gönderilmek üzere şarapla zeytinyağının bekletildiği depolar lokanta ve otellere dönüştürülmüş.Kaldığım San Paolo Al Convento oteli de öyle, bir manastırmış eskiden; şimdi kentin, belki de tüm İtalya'nın en görkemli oteli. Neredeyse bir apartman katı genişliğindeki odalarının duvarlarında, salon ve koridorlarında Giovanni Bellini'den Guardi ve Canaletto'ya kadar Venedikli ressamların yapıtları göz alıyor. Asılları değil kopyaları elbet.Ama Venedik ve Trani'nin ticari ilişkileri bu düzenleme ve tasarım sayesinde sanata dönüşmüş, yerini renk, boya ve hacimlerin, Rönesans'tan bu yana aşina olduğumuz dinsel figürlerin dünyasına bırakmış. Trani bir sanat kenti değil belki ama kendi içinde başlı başına bir sanat yapıtı gibi. Ya da bu mevsimde güneş yakmadan ısıttığı, Akdeniz'in mavi parıltısı her zamankinden daha çekici, ışık daha yoğun olduğu, çevreyi aydınlatmakla kalmayıp içime huzur verdiği için bana öyle geldi.Katedral kiremitli çatısı, vitrayları, çan kulesi, taş duvarları ve duvarlarındaki heykelleriyle denize karşı heybetle dikiliyordu. Az sonra engine açılacak beyaz bir gemiydi sanki, denizle öylesine bütünleşmiş, kaynaşıp karışmıştı. Bir sanat yapıtı gibi Bugüne kadar gördüğüm kiliselerden farklıydı ve çevresinde tek bir yapı bile yoktu. Benzersiz bir konumdaydı diyeceğim ama tuz ve rutubet duvarların içine işliyor, 11'inci yüzyıldan kalma sütunları, ahşap işçiliğinin en güzel örneklerini, döşeme mozaiklerini kemiriyordu. Barisano ustanın hüneri iki kanatlı tunç kapı da öyle, kirinden arındırılıp pırıl pırıl yapılmıştı ama çok geçmeden doğa yasaları insan emeğine üstün gelecek, çocuk İsa'yı bağrına basan Meryem'le azizleri, kanatlı ejderhalarla cehennem zebanilerini tasvir eden kabartmalar yeniden pas tutmaya başlayacaktı.Kapının ardından dalgaların sesi duyuluyordu. Açsam deniz dolacak içeriye, balıklarla yengeçler günah çıkarmak için sıraya girecek. Açsam fırtınada boğulmuş ya da kadırgalarından denize dökülmüş askerlerin ruhları dolduracak boşluğu ve o anda, ölümden öç alırcasına denizkızlarının raksı başlayacak.Onların çağrısına kapılmamak, türküsünü duymamak için Odisseus gibi gemi direğine mi bağlatmalıyım kendimi? Yoksa bir an önce kaçıp gitmeli miyim buradan? Denize açılan tunç kapının önünde uzun süre durup düşündüm. Sonra gerisin geriye dönerek giriş kapısından dışarıya çıkıp kalabalığa karıştım. Dalgaların sesi duyuluyordu