Pazar Elim herkesin yakasında

Elim herkesin yakasında

08.12.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Bir sinema filmi, bir televizyon şovu ve bir şiir albümüyle atağa kalkan Müjdat Gezen, bir yandan da hipokondriyası, panik atağı ve simetromanisi ile uğraşıyor

Elim herkesin yakasında

Müjdat Gezen: "İnsanlardan izin alıp yakalarını, kravatlarını düzeltiyorum" Acaba Müjdat Gezen de gün boyu onun bunun yakasını, bağrını, masasını, dolabını düzeltmese, panik atak olup arabadan inerek gideceği yere yayan gitmeseydi, bu kadar vakit kaybetmeseydi, mesleğinde daha nerelerde olurdu acaba?Gerçi mesele sadece bu değil. Müjdat Gezen enerjisinin çoğunu kendi adını verdiği sanat merkezinde gençleri eğitmeye (bugün televizyon dizilerindeki, sahnelerdeki birçok genç oyuncu onun tezgahından geçmedir) ve meslektaşlarına destek vermeye (bütün sanatçı jübilelerinde, kampanyalarda o sahnededir) harcadı. Ve tabii ki filmleriyle, oyunlarıyla, kitaplarıyla fazla da gürültü koparmadan onlarca yıl hayatımıza keyif kattı. Yeri geldiğinde yine gürültü koparmadan siyasi tavrını da koydu. Daha ne olsun?Müjdat Gezenle, bize gururla gezdirdiği okulunda hastalıklarını ve sağlıklı hallerini konuştuk. Bazen, tam misafir kalkmak üzereyken "Ama çay koymuştuk" deyip bir kez daha çayın demlenmesini beklemeseydik ya da düğünlerde, davetlerde oramızdan buramızdan çekiştirip dil dökenlere naz yapmayıp hemencecik dansa, göbeğe kalksaydık, Türkiye bugün nerelerde olurdu diye düşünürüm. Bu kadar vakit kaybetmesek... Müjdat bey sizin bu hastalık hastalığınız nedir? Nasıl hastalandınız? Bu genetik. Bunun eski ismi evham, tıptaki ismi hipokondriya, halk dilinde de hastalık hastalığı. Annem o kadar evhamlıydı ki... Avustralyaya gidiyordum, koskoca adamım artık, helallik almaya anneme gittim, "Avustralyaya gidiyorum" dedim, "Yavaş git" dedi. Bu hastalık bende çocuk yaşta başladı. Günde iki kere Sabahattin Kerimoğlu diye çok iyi asabiyeci bir profesöre gittim sonra. Bir gün, "Merak etme, 50 yaşından sonra geçer çünkü o zaman hastalıkların kendisi gelmeye başlar" dedi bana. Bir başka gün yine çok hastayım, "Sana müthiş bir ilaç vereceğim" dedi, bir suyun içine birkaç damla bir şey damlattı, içtim, iyileştim, meğer suyun içine yine su damlatmış. Sonradan söyledi. Plasebo etkisi yani? Evet, yalancı hap verirler ya bazı hastalara, aynısı işte. Beş-altı yıl önce de panik atak başladı. Onda da Zeki Alasya bana Serdar Serdaroğlu diye çok iyi bir doktor tavsiye etti. Panik atak olduğunuzda ne hissediyorsunuz? Mesela tüberküloz ya da sıtma dendiğinde ne olduğunu biz pek iyi bilmiyoruz ama panik atak adı üstünde, atak "ileri derecede" demek, panik de "panik" ya, ama ne hissettiğimi tarif etmem zor. "Allahtan dünyanın eğik olduğunu kabullendim" Yani ölüm korkusu mu? Hayır, hayır, çeşitli korkular. Mesela arabayla kızımın konserine gidiyorum, yağmur parmak gibi yağıyor. Arabanın direksiyonunda geldi panik atak, arabadan indim, başladım yürümeye, derin nefes aldım, 100-200 metre ileride taksiye bindim, arabayı caddenin ortasında bıraktım. Siz bir de simetri hastasısınız ve galiba bütün bu hastalıklarınız birbiriyle bağlantılı. Kontrolünüz dışında olabilecek şeylerden korkuyorsunuz siz, öyle mi? Bu hastalığımın ismi de simetromani. Evet, diğer hastalıklarımla bağlantılı bu da. "Merak etme" dedi Süleyman Velioğlu, o da profesördü, ona da gidiyordum. Ben ona Savaşı (Dinçel) götürecektim aslında. "Süleyman abi, bu Savaş galiba şizofren, sana bir getireceğim" dedim, "Onu getirme, sen gel" dedi. "Niye?" dedim. "Sen simetromaniye yakalanmışsın, bir saattir masamı düzeltiyorsun" dedi. Savaş Dinçel de mi hastaydı peki? Hayır. Nereden çıkarmıştınız şizofren olduğunu? Evham işte. Ama sonra yanılmadığımı anladım Savaş konusunda. (Gülüyor.) Bakın, dışarıda bir fotoğraf asılı. Dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar buranın açılışını yapıyor. Onun eli kurdelede, benim elim bakanın kravatında. Kravatı düzeltiyorum. Çok rahatsız edici bir hastalık olmalı. Hastanın kendisine zararı. Birdenbire otururken, dolaptaki klasörlerden biri hafif dışarı çıkık, ne olur yani, hayır, kalkılacak, anahtar bulunacak, o dolap açılacak, o klasör düzelecek. Bir de çok ayıp bir şey, elim sürekli insanların yakasında, yakalarını düzeltiyorum. Bana ne bundan, değil mi yani? Hayır, o yaka izin alınıp düzeltilecek. Her şey sizin kontrolünüz altında olmalı, değil mi? Vücudunuzun içindeki izleyemediğiniz süreçler, başka insanların yakası, bağrı, raflardaki kitaplar, değil mi? Acaba sadece bu mu nedeni? Mükemmeliyetçilik de olamaz mı? Mesela ben burada çocuklar teneffüsteyken iskemleleri düzeltiyorum. Bu kadar kontrolcü olmanız, kontrolünüz altında olmayan her şeyden korkmanız insanlarla ilişkilerinizi etkilemiyor mu? Sıkılıyorlar bazen ama Savaş Dinçel almıştır benden intikamını. Onun masasıyla uğraşmayayım diye, Fındıklıdaki Mimar Sinanın Molla Gürani Camiisinin eğri minaresini gösterdi bana. Çıldırıyordum. Minareyi düzelttirene kadar uğraştım. Peki, dünyanın uzayda yana yatık durduğunu, yörüngesinin eğik olduğunu bilmek rahatsız etmiyor mu sizi? Allahtan, doğanın kanunlarını, mesela dünyanın tam yuvarlak olmamasını, yörüngesinin eğikliğini kabullenebiliyorum. Ağaçların da hepsinin aynı olmaması beni rahatsız etmez. Ama mesela bir papağan besliyorum evde. Papağanım kanatlarını yiyor. Kendini eve alıştırdı, doğasında uçmak olduğu için şimdi kanatlarını yiyor. Fakat bir kanadını fazla yiyor, bir kanat uzun, bir kanat kısa kalıyor. Ben uzun kanadı ona yedirtiyorum, yemezse kesiyorum oradan. "Bekarlığım sırasında da 15-20 sevgilim oldu" Türkiye toplumuyla sorununuz olmuyor mu? Bizim toplum, toplumsal olaylarımız da pek simetrik değildir. Bazı şeyleri artık olduğu gibi kabul etmek zorundayım. Türkiyede neyi düzelteceğim ki? Düzeltmeye kalkacağıma mesela artık araba kullanmıyorum. Çünkü ben dümdüz kullanırken, diğer arabaların böyle böyle, zikzak çizerek gitmesi müthiş rahatsız ediyor, mahvediyor beni. Acaba bu yüzden mi sosyalistsiniz? Çünkü Marksizm bu kaotik toplumu, toplumları bir sistem şeklinde açıklıyor. Evet, sosyalizm biraz daha sistemli bir toplum yapısı önerdiği için. Ben hâlâ kapitalist sistemde olmaktansa sosyalist sistemde yaşamayı tercih ederim. Herkes aldı başını gidiyor ama ben hâlâ Nasrettin Hocanın sazın sapında bulup bırakmadığı yerdeyim. Aşk da hareketli, değişken bir şeydir. Biri çok, diğeri az sever. Biri kovalar, diğeri kaçar. Aşkta da simetriden söz etmek zor. Acaba simetromanik olduğunuz için mi uzun yıllar bekar kaldınız? Evet, bir dönem sekiz yıl bekar kaldım. Ama ben sevmeyi çok severim. Kendimi, sonra da başkalarını. Zaten bekarlığım sırasında da herhalde 15-20 tane kız arkadaşım oldu. Sevdim de doğrusu. Ama aşk mıydı? Aşk nereye kadar tırmanıyor? Onu çok iyi tarif edemeyeceğim. Vefalı biri misinizdir? Evet, iki anlamda da, hem Vefa semtindenim, hem vefalıyım. Mesela tanıdığım yaşlıları, halk müziği sanatçısı Zehra Biliri, sanat müziği sanatçısı Melahat Parsı haftada iki kez ararım. Arkadaşlarımın annelerini bayramlarda, yılbaşlarında, kandillerde ararım. Annemle babam hayatta olmamalarına rağmen mezarlarına giderim. Arkadaşım Kemalin (Sunal) mezarına giderim. Biraz önce Nejat abiyle (Uygur) konuştuk, karısı anjiyo olmuş. Orhan Boranı ararım, Gazanfer abinin (Özcan) eşi Gönül (Ülkü) abla hastalıktan kalktı, onu ararım. Bunlar vefa değil, tabiatımdan kaynaklanan şeylerdir. Hayatınızdaki insanlar da kontrolünüz altında yani. Bunun da nedeni evham, simetromani filan olmasın. Onları kaybetmekten korkuyorsunuz sanki, bu yüzden bu kadar kontrol. Aman aman, Allah korusun. "Hiçbir manken benim okulumda okumadı" Bu kadar evhamlı bir adam olmanıza rağmen vasiyetinizi yazdınız ve bu okulu kura sonucu belirlediğiniz 10 öğrencinize devrettiniz. Siz öldükten sonra üzerlerine geçmesi şartıyla. Bu nasıl bir duygudur? Ben 2000 yılında çok sevdiğim sekiz arkadaşımı art arda kaybettim. Tekin Aral, Kemal Sunal, Cenk Koray, Ayhan Kırdar, Metin Talay gibi. Bunlar çocukluğumu beraber geçirdiğim insanlardı. Ama ben Özdemir Sabancı öldürüldüğü zaman bu kararı almıştım zaten. Çünkü Özdemir Sabancı dünyanın en zengin 100 adamından biriydi ve kefen bezinden başka bir şey götüremedi yanında. Ben de diyelim ki dünyadaki en zengin 1 milyar adamdan biriyim. O zaman anladım yanımda bir şey götüremeyeceğimi. O zamana kadar götürebileceğinizi mi sanıyordunuz? Daha önce sevdiklerim de acaba bana takılırlar mı diye düşünüyordum. Woody Allena benziyorsunuz biraz, o da sizin hastalıklarınızdan mustarip. Evet, bir huyumuz daha benziyor. O da yaptığı hiçbir şeyi beğenmiyor, ben de. Ama başkalarının yaptığı her şeyi çok kolay beğenirim. Cem Yılmaz müthiş oynuyor, Yılmaz Erdoğan müthiş yazıyor, Beyazla Okan Bayülgenin şovlarına bayılıyorum. Ama diğer kıdemli tiyatrocular bu çocuklara biraz bozuluyorlar sanki. Ama bozulmamaları gerekir, onlara bozulmak evrime karşı bir şey. Kıskançlığı aşmak için de diyalektik bilmek gerekiyor yani, öyle mi? Tabii. Tiyatrocu erkekler, kadınlar değil de erkekler, bana hep özel hayatlarında da rol kesiyorlarmış gibi gelir, öyle midir? Evet, bu çok fenadır. İnsanlar öyle konuşmaz ki. Ama sesine aşık aktörler bulunuyor bizde. Mesela Rutkay (Aziz), çok da severim, o kadar sever ki ses tonunu, bazen konuşurken kendini dinler. Okulunuzda mankenlere de oyunculuk eğitimi veriyorsunuz galiba. Biri bile okulumuzda eğitim almadı. Ama bu tarz haberler çıkıyor. "Kim sanatçı, kim değil", bunu tartışmak için söylemiyorum. Sanat "İşi güzel yapmak" anlamına gelir. İşini güzel yapan sanatçıdır. Evet, bu kızların da güzel yaptığı bir iş olmalı gündemde olduklarına göre. "Sanat" farklı, "güzel sanatlar" farklı. Ama mankenler sadece "sanatçı" değil, "güzel sanatçı" olduklarını da iddia edebilirler herhalde. Evet, bunu iddia edebilirler. "Sibel Canla tiyatro yapmam" Sezen Aksuya yazdığınız bir şiiri yeni çıkardığınız şiir albümüne koymuşsunuz. Çok mu seversiniz onu? Onunla aynı frekansta dolaşıyoruz. Nedir o frekans, merak ediyorum. Birincisi "positive thinking", pozitif düşünce. Sonra ikimiz de yanımızdaki insanları yetiştiriyoruz. Meslektaşlarımızı kıskanmıyoruz. Televizyona program yapıyorsunuz şimdi bir de. Evet "Müjdat Gezenle Pazar Şöleni". Sanatçılar geliyor, sohbet ediyoruz, şarkı söylüyorlar, sonra da bitiyor. Televizyonu sanat olarak görmediğim için bir tiyatro ile, bir sinemayla eşdeğer tutmuyorum. Sinemadan uzaklaştınız mı? Hayır, bu yıl Sibel Can ve Alişanla Ümit Efekanın yönettiği "Papatya ile Karabiber" filmini tamamladım. Sait Faikin çok sevdiğim bir öyküsüydü bu. Meslektaşlarınızı kıskanmadığınız gibi mesleğinizi de kıskanmıyorsunuz galiba. Sibel Can ve Alişan ile aynı filmde oynadığınıza göre. Ama filmde oynadım. Tiyatroda değil. İkisiyle de tiyatroda oynamam. Çağdaşınız birçok tiyatrocu; Metin Akpınar, Zeki Alasya, Savaş Dinçel, hepsi genç yönetmenlerle, sanat filmine yakın işler yaptılar, siz niye yapmadınız? İki-üç tane öyle teklif aldım. En sonuncusu Sinan Çetinin "Banka" filmiydi. Hatta üç kere de senaryo çalışması yaptık. Ondan sonra Sinanı aradım, "Ben dün başladım filme" dedi. Kızmadınız mı? Niye size söylememiş? Sinan bu. (Gülüyor.)