08.01.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:
"90 Dakika"nın yeni üyesi, "anti-Hıncalcıların" pek beğendiği Milliyet yazarı Mehmet Demirkol: axpaz011.jpg "90 Dakika" ile Mehmet Demirkol'un ilişkisi buna benziyor. Türkiye'nin en uzun süredir yayında olan spor programlarından biri, yıllardır çok sağlam futbol analizleri yazan bir yorumcuyu ekibe kattı. Sonuçta "90 Dakika" daha dinamik, eğlence ve gerginlik seviyesi yükselmiş bir hale geldi. TV'de daha önce de program yapmış olmasına rağmen ilk kez Demirkol hakkında bu kadar çok konuşulur oldu.Özellikle de Hıncal Uluç'la sık sık fikir ayrılığına düşmesi, zaman zaman izleyiciyi şaşırtacak kadar sık sözünün kesilmesi, salı günlerinin en önemli futbol konularından biri haline geldi. 35 yaşındaki bu Milliyet yazarı da kim olduğu merak edilen bir adam oldu.Öğrenmek için Cihangir'de bir apartmanın beşinci katına çıktık. Asansörsüz. Hem de iki defa! Büyük takımlar iyi oyuncuları saptar, kendilerine uygun olduğuna karar verir ve sonra transfer eder. Bu iyi bir hamle ise hem takım kazanır hem de futbolcunun yıldızı parlar, onu o güne kadar fark etmeyenler de ondan bahsetmeye başlar. Özellikle "90 Dakika"dan sonra çok sinir bozucu bir şey kattı: Daha rahat dolaşıyordum eskiden. Tanıyanlar çıkardı ama bu kadar değildi. Metroya binemiyorum artık çünkü sürekli birileri konuşuyor. Bundan şikayet etmem aslında, insanların sizi tanıması, düşüncenizi merak etmesi güzel ama kendinize hiç vakit ayıramıyorsunuz. Elektrik parasını düşünmem gerekirken birisi "Beşiktaş ne olacak?" diye geliyor. En son 1991'de araba kullanmıştım, yeniden başladım. Bunun dışında, "Maraton" ile birlikte en iyi iki programdan birinde olmak çok güzel. Gazetede yazıyordunuz. TV'de program yapmak size ne kattı? Zannetmiyorum ama insanları anlayabiliyorum. Diyelim ki çok sevdiğiniz bir şarkıcı var. Sadece Açık Radyo'da çalıyor ve az biliniyor. O zaman ona daha çok değer verirsiniz. Ne zaman ki bu adam Kanal D'de çıkmaya başlıyor, "Eeeh, bu da popüler oldu" diye burun kıvırıyorsunuz. Ben de yapardım bunu, çok iyi biliyorum. Eskiden "bizim çocuk" halim vardı. Şimdi herkes bildiği için "Boşver abi, geç onu" diyorlar. Çok az değişmiş olabilirim ama aslında aynı biçimde çalışıyorum. Bu değişim yorumlarınızı da etkiledi mi? Eskisi gibi olmadığınızı düşünenler var. "Hıncal abi kızmasın!" Zannetmiyorum. Haşmet aşk üzerine de yazıyor ve kadınları oradan yakalıyor aslında. Sonra ekranda futbol konuştuğu için kadınlar "90 Dakika"yı izliyordu. Dünya Kupası zamanında Radikal'in arka sayfasında Uzakdoğu izlenimlerini yazmıştım. Kadınların onları çok okuduğunu söylerlerdi. Benim de belki kadınların futbol ilgisine böyle bir katkım olmuştur. Ama şimdi, Hıncal abiden fazla katkım yoktur (gülüyor). Şimdi kızar bana. Hıncal abiden daha az katkım vardır diyeyim. Haşmet Babaoğlu "Kadınlara futbol seyrettiren adam" olarak nitelendirilmişti. Sizin de böyle bir etkiniz var mı? Daha gidip gitmeyeceğimiz, ne kadar kalacağımız, ne yapacağımız bile belli değil. Türkiye'nin devreden çıkması biraz heyecanı kaçırdı. Kore-Japonya gibi olmaz çünkü orası insanların çok tanımadığı bir yerdi. Almanya'da ise her 30 kişiden biri Türk. Oradan yazılacak şeyler aynı ilgiyi toplar mı, bilmiyorum. Bu Dünya Kupası'nda da Almanya'dan benzer şeyler yazacak mısınız? "Amacımız aynı" Geçen yıl CNN Türk'te Cem Dizdar ile "İleri Üçlü" programını yapıyorduk. Devam etmeyeceğini öğrenince TV'de ne yapacağımızı düşünmeye başladık. O sırada Hıncal abi aradı ve beni programa istediklerini söyledi. Önce Cem'le, sonra Hıncal abiyle ardından da NTV ile konuştum ve başladım. "90 Dakika"ya nasıl girdiniz? Zannediyorum Kenan Onuk'tan sonra programa bir Fenerbahçeli koymak gibi bir fikirleri vardı. Ama tek sebebin bu olduğunu da sanmıyorum. Çoğu zaman fikirlerimiz uyuşmasa da Hıncal abinin beni okuduğunu, takip ettiğini biliyordum. Neden sizi seçtiklerini biliyor musunuz? Başta söyledim, "Abi, bizim görüşlerimiz çoğu zaman tutmayacaktır" dedim. O da "Bilmediğim bir şey değil" dedi. Böyle bir şeyden rahatsızlık duymayacağını düşünüyorum. Ulaşılmasını istediğimiz nokta aynı, sadece yöntemlerimiz farklı. Evet, siz birbirinin aksi şeyler söyleyen iki futbol yorumcususunuz. Bu konu gündeme geldi mi? "Susarım, beklerim" Böyle şikayetler var. "Hıncal Uluç seni çok bastırıyor, biraz daha karşı çıkman lazım" gibi şeyler söylüyor insanlar. Gelen tepkilerin büyük çoğunluğu bu yönde olduğu için bunu yok sayamam. Öyle değil aslında ama öyle aksediyor galiba. Ama ekrana "90 Dakika"da görmeye alışmadığımız bir gerginlik yansıyor bazen. Zaman zaman oluyor, evet. Ama ben söyleyeceklerimi söylediğimi düşünüyorum. Bu biraz tarzla alakalı. Ben konuşurken birisi yüksek sesle araya girdiğinde daha çok bağırayım da ben baskın çıkayım demem. Susarım, beklerim. Gerçi siz zaman zaman şakaya vuruyorsunuz ama hakikaten "Mehmet Demirkol'un sözü kesilir" diye bir şey oluştu programda. "Galatasaray Lisesi'ne sarı-lacivert kazakla gittim" İlhan Cavcav tek başına yıllarca adam gibi kulüp yönetti. Benim itirazım, kendisinden sonra bu kulübün nasıl yönetileceği ile ilgili bir şey yapmamasına. Gençlerbirliği zamanında Eskişehirspor'un, Trabzonspor'un yaptığını çok az seyirciyle, arkasına bir şehri almadan yapmanın mümkün olduğunu gösterdi. Ve ben inandım şampiyon olabileceklerine. Başkaldırı vardı. Ya da bana öyle geliyordu. Şimdi emin değilim. Gençlerbirliği'ne karşı sempatinizi biliyoruz. Entelektüellerin bu takıma karşı özel bir sevgisi var. Nedendir bu? Zordur. Fiziki olarak zor olabilir; dayak yemek, havuza atılmak, eziyet görmek... Ama daha zoru şu: Ailenden kopup okula, yeni ailene geliyorsun. Galatasaray maçları da yeni ailenin bayramı gibi. Fenerbahçeliler, Beşiktaşlılar bu bayramın içine alınmazlar. Takım değiştirenlerin çoğu bunun içine girmek istediklerinden yaparlardı. Ben çok erken sınıfta kaldım, okul deyimiyle "kadayıf" oldum. Sınıfın büyüğü olduğum için baskı görmedim. Çok muhalif olduğum için de o gruba girmedim. Sınıfta pek çok Fenerbahçeli vardı, maç günleri biz de başka bir kamp oluyorduk. Ama onların hepsi sonra takım değiştirdi, ben hariç. Azılı bir Fenerbahçeliydim. Okula sarı-lacivert kazakla gittiğimi hatırlıyorum. Takım tutmaktan bahsedince, siz Galatasaray Lisesi'nde Fenerbahçeli kalanlardansınız. Hep bunun ne kadar zor olduğu anlatılır. Dünya Kupası'na gönderme şartı İşe başlarken ilk müdürüm Altan Tanrıkulu'na beni sadece Fenerbahçe'nin değil, tüm takımların maçlarına göndermesini şart koştum. Ve hepsiyle seyahat etmeye başladım. Baktım ki hiçbirinin diğerinden farkı yok. Net olarak anladığım gün de 2001'de Fenerbahçe'nin 0-3'ten 4-3'e getirdiği Gaziantepspor maçı oldu. O gün maçın ruhuna uygun olarak tüm basın tribünü ayaktaydı. Ben üzüldüm. Anladım ki Gaziantepspor'un şampiyon olmasını istiyordum. Spor yazarlığına girince taraftarlığınızın kendiliğinden geçtiğini söylüyorsunuz. Halkla ilişkiler sektöründe metin yazarlığı yapıyordum. Beraber çalıştığım birisi aracılığıyla GazetePazar'a yazı yazmaya başladım. O zamanki eşim Serra, Spor&Spor dergisindeydi ve oradaki kadro ile de içli dışlıydım. Daha sonra zor bir askerlik dönemi geçirdim ve orada karar verdim ki bir daha 9-5 çalışmayacaktım. Döndüğümde Altan Tanrıkulu, Yeni Binyıl'ın spor servisinin başına geçmişti. Onu Spor&Spor'dan tanıyordum. Galatasaray'ın UEFA şampiyonu olduğu sezon Yeni Binyıl'a yazdım. Daha sonra ABD'ye gittim. Dönüş tarihime yakın Yiğiter Uluğ, Radikal'in spor müdürü olduğunu ve benimle çalışmak istediğini söylediği bir mesaj gönderdi. Ben de "Ne kadar para vereceksin?" diye sordum. Komik bir para söyledi ama beni ikna etti ve çalışmaya başladım. Bir diğer şartım da beni 2002'deki Dünya Kupası'na göndermesiydi. Oradan sonra Milliyet'e geldim. Spor yazarı olmadan önce ne yapıyordunuz? "Yorumcuya küfür etmek Lara Croft'a taş atmaya benzer" Bilmiyorum ki. Her yaştan insanla karşı karşıya geliyorum. Herkes çok agresif. Sizi kim okuyor? Çok sinir bozucu. Sadece gazetede yazarken çok sorun olmuyordu ama son iki yılki televizyon programlar ile birlikte iyice çığrından çıktı. İlk kez, statlara gidip gitmemeyi düşünmeye başladım. Bir de şöyle bir şey oluyor. Yazıyor adam mesela, ana avrat küfrediyor. Ben de bazen "Ayıp değil mi, bu üslupla oluyor mu?" gibi bir cevap atıyorum. İkinci mesajı geliyor, "Ya kusura bakma, bir an kendimi kaybettim" diye. Çünkü o küfürlü mesajı atarken karşısındakinin gerçek bir insan olduğunu düşünmüyor, bir televizyon kahramanı gibi muamele ediyor. Lara Croft'un kafasına taş atmak gibi bir şey. Sabah kalkıp e-postalara bakarken küfürle karşılaşmak nasıl bir his? "Maç sonunda beynim zonkluyor" Eğer yorumlayacaksam geneline bakıyorum. Eğer maçın öyküsünü yazacaksam en önemli şey pozisyon kaçırmamaktır. İnsanlar küçümsüyor ama bu zor bir iş. Maç bitince beynim zonkluyor. Yazı yazacaksın, kimin ne yaptığını takip edeceksin, dakika tutacaksın... Basın tribinünde en çok duyulan cümle "Kimdi abi o?"dur. Ali Sami Yen'in basın tribünü kulübenin hemen üstünde ve bir kaleye çok yakın bir yerdedir. Öbür kaleye yakın bir ofsaytı görmenin imkanı yoktur. Açık söyleyeyim, 1999-2000 sezonunda yazılan yazıların yüzde 80'i yanlıştır. Çünkü o seviyeden maç seyredilemez. Şükrü Saracoğlu'nun eski tribününde kolonlardan kurtulabileceğin koltuklara oturamazsan yanardın. Bir maçı izlerken neye dikkat edersiniz? Bunu ben keşfetmedim. Özellikle Macar ve Fin gazetelerinin uyguladığı bir teknik. Maç öykülerinize bazen maçın ortasından başlıyorsunuz. Çünkü en önemli an o oluyor. Hayır, oradaki yazıları internetten kopyalayıp tercüme sitelerinde İngilizceye çeviriyorum. Bu yazıları da bana bir okur gösterdi. Benim yazılarımı onlarınkine benzetmişti. Ben de nedir bunlar diye merak ettim. Nereden okuyorsunuz? Bu dilleri biliyor musunuz? Arşivci değilimdir ama film seyretmeyi severim (Evde pek çok Hollywood yapımının DVD'leri var). Bir ara babamın işi gereği elime tonlarca İstanbul Film Festivali bileti gelirdi. 50-60 filme gittiğimi bilirim, arkadaşlara bilet dağıtırdım. Şimdilerde en çok Wes Anderson'u seviyorum.Gece dışarı çıkmayı severim. Hayatımın belli dönemlerinde eve uğramam, belli dönemlerde evden çıkmam. Yemeğe çok meraklıyımdır. Annemin rahatsızlığı nedeniyle yemek yapmayı öğrenmek zorunda kalmıştım. Ondan beri TV'de tarif gördüğümde bile uyarlarım. Yurtdışında gördüğümde de ilgilenirim, öğrenirim ve dönüşte bir dönem sürekli onu yaparım. Ama şaraptan hiç anlamam. Şimdilerde bir Osmanlı savaş hikayesi yazmak gibi bir planım var. O nedenle Viyana kuşatmaları, Niğbolu Savaşı gibi şeyleri anlatan kitaplarla ilgileniyorum. Futbolla ilgili her şeyi okurum. Onun dışında en çok okuduğum yazarlar Umberto Eco ve Jerzy Kosinski. "Bir Osmanlı savaşının öyküsünü yazmak istiyorum"