Pazar Futbolun tüm renkleri

Futbolun tüm renkleri

24.11.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Futbolun tüm renkleri

Futbolun tüm renkleri



Lise yıllarında, İnönü Stadı’nda açık tribünden kapalı tribüne "terfi" ettiğim zaman mutlak ortalarda, santra çizgisine yakın bir yer kapmaya özen gösterirdim. Biraz kenarda kalsam keyfim kaçardı.
Üniversite öğrenciliğim sırasında bir maçta Memet Fuat’la karşılaştım. O da kapalı tribündeydi. Çok iyi hatırlıyorum. Pek seyirci yoktu statta. Ortalarda boş yerler vardı. Ama Memet ağabey, kapalının sağ yanında, Beşiktaşlıların oturduğu bölümdeydi.
"Ortaya geçsek" dedim.
"Ben burada otururum hep" dedi. "Oyun daha iyi seyrediliyor."
Doğrusu pek bir şey anlamadım bu yanıttan. Ama Memet ağabeyle oturmak uğruna, içim parçalanarak ortadaki yeri feda ettim. Daha sonra da kim bilir kaç maçı onunla birlikte aynı yerden seyrettim.
Yıllar sonra kafama dank edecekti: Memet ağabey "oyun"u seyrederken biz "top"u seyrediyormuşuz meğer.
***
Yine aynı yıllarda hafta sonra A Dergisi’ndeki arkadaşlar toplanıp Altunizade’ye gider, "Memet ağabeyin sahası"nda futbol oynardık. "Çekirdek kadro"muz Adnan Özyalçıner’den, Kemal Özer’den, Onat Kutlar’dan, bir de benden oluşuyordu. Zaman zaman Cemal Süreya, Edip Cansever, Ferit Öngören, Demir Özlü de katılırdı bize.

Memet ağabey de oynardı. Ama ceketiyle oynardı. Orta sahada durur, ayağına gelen topları milimetrik paslarla çevirirdi.
Çevrenin gençleriyle oluşturduğu Altunizade takımını çalıştırıyordu o sırada. Bu serüveni "Tribünden Palavra Anılar" kitabında anlattı.
Futboldan sonra voleybola yöneldi. Yabancı dilde kitaplarla önce kendi öğrendi bu sporu, sonra oyuncularına öğretti. Büyük başarı kazandı. Ulusal takımı bile çalıştırdı.
***
"Sana Deliler Gibi"nin (Adam Yayınları) kahramanı Kemal bir futbolcu. Şampiyonluğa oynayan büyük bir takımın golcülerinden. Kısa, geçici ilişkilerle gönül eğlendiriyor. Bir kadın doktorla "çılgınca" bir ilişki yaşıyor. Sonra...
Sonra ne olur? Futbolcu sahada çimleri yolmaya başlar, kendini iyice içkiye vurur, dağıtır, mankenlerle düşüp kalkar...
Yerli filmlerden de, televizyondan da, gazetelerde okuduklarımızdan da öyle biliriz, değil mi?
Ama Memet Fuat’ın romanında hiç de öyle olmuyor. Kemal, Selma’ya "deliler gibi" tutuluyor, onunla evleniyor. Gerçi takımdan kesiliyor, ama başka nedenle. Yuvası da sarsılmıyor. Anadolu’da daha küçük bir takıma gitme konusu bile ailede sorunlar yaratmıyor.
Memet Fuat çok iyi bildiği bir dünyayı renkleriyle öylesine güzel yansıtıyor ki...
Futbolsever okurların romandan özel bir keyif alacaklarına inanıyorum. Futbolla ilgisi olmayanların ise bu spor dalıyla ilgili teknik ayrıntıları bile hiç yadırgamayacaklarını, kendilerini o yalın aşk öyküsüne kaptıracaklarını sanıyorum.
Her şey yerli yerinde.
***
Küçük boyda 180 sayfalık romanı okumaya başlamamla bitirmem bir oldu. "Ohh, dünya varmış" dedim.
Neden "dünya varmış?"
Çünkü:
"Sana Deliler Gibi" Memet Fuat’ın onlarca deneme, eleştiri, araştırma kitaplarından sonra çıkagelen bir roman. Bir sürpriz.
"Sana Deliler Gibi" dilde ustalık gösterileri içermiyor. Tadına doyulmaz bir yalınlıkla, gerçek bir dil ustalığıyla yazılmış.
"Sana Deliler Gibi" bir sayfada anlatılacak şeyi on sayfaya yaymayan, sonu gelmez betimlemelerden, ruhsal çözümlemelerden (!), özgün görüşlerden (!) arındırılmış bir kitap.
"Sana Deliler Gibi" alıştığımız, ezberlediğimiz, bıktığımız, usandığımız, içimizi artık sıkıntılar bastıran kişileri, çevreleri, sorunları yansıtmıyor. Bir değişiklik.
"Sana Deliler Gibi", başı sonu belirsiz, karmaşık, saçmasapan, her satırından kurmacılık akan olaylar anlatmıyor. Alçakgönüllü bir öykü.
Ayrıca, "Sana Deliler Gibi", Türkiye’yi kurtarmaya kalkmıyor.
Daha ne olsun!

Memet Fuat’ın romanını okurken, kırk yıl önce Altunizade’de her hafta sonu futbol oynadığımızı hatırladım. Çiçeği burnunda edebiyatçılar, bir gün için bile olsa futbolcuya dönüşüyorduk.
Kimin nerede oynadığı belli değildi. Adnan Özyalçıner’den başka. O değişmez kaleciydi.
Hepimiz, pantolon-gömlekle oynarken, Adnan kaleci kazağını, şortunu giyiyor, dizlik bile takıyordu. Kendini bütünüyle oyuna veriyor, önündeki bekleri hırsla uyarıyordu. Sanki Altunizade’de top tepmiyorduk da, Wembley’de final maçı oynuyorduk.
Günün birinde, ayağıma gelen topa korkunç bir vole yapıştıracağım tuttu. Top gitti, kalenin üst direğinde patladı. Direk, bu Anteplinin vuruşuna dayanamadı, şöyle bir sallandı, sonra da küüt diye Adnan’ın kafasına düştü. Yere yığıldı Adnan, kısa bir tedavi süresinden sonra kalede yerini aldı, "direk gazisi" olarak köşeden köşeye uçmayı sürdürdü.
Her maçtan sonra yorgunluktan biterdik. Dönüşte kimsede ağzını açacak hal kalmazdı. Herkes evine. Onat’la (Kutlar) ben de Mahmutpaşa Hamamı’na gider, göbek taşına uzanırdık.
Bir maç sonunda, "Bir yerde bir şeyler yiyip içelim", dedik. Bayağı kalabalıktık o gün. Memet Fuat, Kemal Özer, Cemal Süreya, Adnan Özyalçıner... 10-15 kişi doluştuk arabalara, Salacak’a indik. Biri deniz üstündeki büyük bahçeyi önerdi. Çay-kahve dışında yemek de veriyorlarmış.
Bahçeye girdik. Bir de baktım, üç kişi, "Ooo... Ülkü!" diye üstümüze geliyor. Üçü de bıçkın! Yolda görsen kaldırım değiştirirsin. Tanıdım hemen. Elhamra Tiyatrosu’nun büfesini işletirlerdi. Yıllarca ahbaplık etmiştik. Şimdi bahçeyi onlar çalıştırıyormuş. Denize bakan en güzel yere oturttular bizi. Çevremizde dört dönüyorlar. Masayı donattılar. Dakika başında gelip, "Bir emrin var mı?" diye soruyorlar.
Benim de fiyakamdan geçilmiyor tabii.
Asıl bomba yemeğin ortalarında patladı. Koca bir sini geldi. "Müessesenin ikramı". Kim bilir kaç milyon yumurtayla yapılmış bol malzemeli harika, dev bir menemen!
Ama o kadar acıydı ki, kimse yiyemedi. Hayır, menemene acılığı veren içindeki yeşil biberler değildi. Hani doğum günü pastalarının üstüne "Mutlu Yıllar" yazılır ya, bizim büfeciler de, kıyak olsun diye menemenin üstüne, sininin neredeyse tümünü kaplayan koca koca harflerle ÜLKÜ TAMER yazmışlardı.
Karabiberle.


































Yazarlar