Pazar ‘Genelkurmay iki sahneyi sansürledi’

‘Genelkurmay iki sahneyi sansürledi’

09.03.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:

‘Genelkurmay iki sahneyi sansürledi’

‘Genelkurmay iki sahneyi sansürledi’



‘Genelkurmay iki sahneyi sansürledi’


"O Şimdi Asker", Türkiye’de tabu olan bir konuyu, askerliği; ve askerliğin kimilerince adaletsiz sayılabilecek Türkiye’ye özgü bir uygulanışını anlatıyor. Bıçak sırtı, ip cambazlığı bir film yani.
ANS’nin yapımcılığında Mustafa Altıoklar’ın çektiği filmin hikayesini "Artık televizyona çıkmaktan ve şöhretten sıkıldım" diyen tiyatrocu Levent Kazak kendi bedelli askerlik deneyiminden yola çıkarak yazmış.
Başrolde (her nedense) Özcan Deniz, ki göreceğiz. Diğer oyunculardan bir kısmı: Yavuz Bingöl, Cüneyt Çalışkur, Ali Poyrazoğlu, Athena’dan Gökhan, Seray Sever, Pelin Batu ve bir miktar daha medya ünlüsü.
Mustafa Altıoklar’a "Saçınızı kışlaya girebilmek için mi kestiniz?" diye soruyorum. "Hayır" diyor, "Filmde oyunculuk da yaptığım için."
Levent Kazak’a "Tiyatroculardan; türkücüleri, arabeskçileri, popçuları oynattığınız için tepki almayacak mısınız?" diye soruyorum. "Alacağım" diyor. Ama onun da gerekçesi hazır.
Tabii ki sadece incir çekirdeği meseleleri konuşmuyoruz.
Sivil ile askerin, hayat ile kurmacanın birbirine sürtünmesinden doğan enerjinin, çakan kıvılcımın aydınlığında neler gördüklerini anlattırıyorum onlara.
Dünyanın savaşa direndiği bir zamana denk gelen bu filmden böylelikle başka amaçlar için de yararlanmaya çalışıyorum.

Türkiye’de askerlik konusunda bir filmi özgürce, kısıtlanmadan, kendine otosansür uygulamadan, dışarıdan sansüre maruz kalmadan çekmek mümkün mü?
Levent Kazak: Mümkün değil. Bir sürü açıdan da mümkün aslında, çünkü bu filmi çekerken gerçekten Genelkurmay benim beklediğimden daha esnek davrandı. Çok modern insanlar çıktı karşımıza. Askerler çok modernlerdi, çok yenilerdi. Ama otosansürü insanın içinden atması mümkün olmuyor. İçimize yapışmış bir şey o çünkü. Askerlik, her dönemde tabu oldu Türkiye’de. Ben böyle düşünüyorum yani. Sorunuzun cevabı: Mümkün değil.

Peki, filmle ilgili gerekli izinleri alırken işlemler yağ gibi kaydı mı, yoksa duvarlara çarptığınız da oldu mu?
Mustafa Altıoklar: Yağ gibi kaydı.
L.K.: Yağ gibi kaydı.

Yani askeri bürokraside bir değişim gözlediniz.
M.A.: Evet, bence bir değişim söz konusu. Çünkü şu anda "paşa" yaşına gelmiş askerlerin hepsinin lisede veya yüksekokulda oldukları yıllarda İngilizce eğitim ve yanında bir dil daha eğitimi başlamıştı. Bir kere çok iyi eğitim alarak geliyorlar, bir de çok iyi yabancı dil biliyorlar. Bilgisayar kullanıyorlar. Hepsi kendilerine web siteleri yapmışlar. Sanırım, artık sosyal alanlardaki eğitime, psikolojiye daha fazla önem vermeye başlamışlar. Çünkü toplum daha karmaşık artık. Ve belki bir gün yine istemeden de olsa iktidara gelip toplumu yönetmeleri gerekir diye kendilerini sosyoloji, psikoloji alanlarında daha iyi yetiştiriyorlar.

Bu kadar mı yani değişimin nedenleri?
M.A.: Hayır, ayrıca daha sivilize olmuşlar. Onlar da daha sivil insanlarla ilişki içinde olmak, siviller onlardan korkmasın istiyorlar. Bir yumuşatma eğilimindeler. Yani sivil toplumla askeri barıştırma gayretindeler. Bütün özlemleri bu yönde. Elbette üniformasızlar kadar köşesiz demem mümkün değil. Ama eskiye göre daha toleranslı, daha açıklar. Mesela bizim paşa, Tuzla Piyade Okulu’nun komutanı Orhan Tiryaki Paşa, her akşamüstü tenis oynuyor.
L.K.: Öbür paşa her gün at biniyor. Çok genç. 48 yaşında tuğgeneral olmuş.

"Askerlik de sinema gibi, meslek değil yaşam tarzı"
İsviçre, İngiltere gibi yani garnizondan içeri girince; öyle mi? Steril, beyaz?
L.K.: Bence askerlik bir yaşam tarzı. Tiyatroculuk, sinema yönetmenliği nasıl bir meslek değil bir yaşam biçimiyse, askerlik de öyle. Hayatta ona takılıyor adam. Uzaktan bakıldığında mesleği yaşam tarzına dönüşmüş insanlar bir acayip görünürler. Askere ilişkin fikirler de böyle oluşuyor.
M.A.: Mesela bir subay sosyalize olmak amacıyla operaya 25 tane bilet alıyor ve bütün subay arkadaşları ve eşleriyle operaya gidiyorlar. Hep birlikte otobüse biniyorlar giderken, opera bitince yine otobüse binip hep birlikte dönüyorlar. Yani kolonik bir yapıları olduğu kesin.

Garnizonun yasaları, işleyiş mekanizmaları sizinkiyle karşılaştığında, çarpıştığında ortak zemin nasıl bulunuyordu?
L.K.: Şimdi Athena Gökhan’ın bir BMW Z serisi otomobili var. Ve bu araba Gökhan’ın her şeyi. Onun hayatı. Arabayı öpüyor yani. "Çat" diye bizim kamyonun kasası vurdu Gökhan’ın arabaya ve kaputu ezdi. Şimdi sigortadan parayı alabilmek için polisin gelip zabıt tutması lazım. Abi, nasıl bir sorun oldu bu? Askeriyenin içine giremiyor polis. Sonra girdi, "Ben tutamam zaptı, askeri inzibat tutacak" diyor bu sefer de. Askeri inzibat, "Ortada askeri bir durum yok, ben tutmam" diyor. Orada hayat başka yani. Orada enflasyon bile farklı.

Sizi denetliyorlar mıydı sette?
M.A.: Bir irtibat subayı vermişlerdi, Yarbay Mete Karsak. O her an setteydi ve bütün iletişimi o sağlıyordu. Şimdi, elbette "Bu herifler neler yapacaklar, dur bakalım, bir film geliyor ama" diye bir kaygıyı yaşamışlardır. Çünkü askerlik mesleği biraz şüphe üzerine kurulu. Çünkü onun görevi toplumu korumak.

Yarbay Karsak oyunculuğa, oyuncuların esas duruşuna da müdahale ediyor muydu?
M.A.: İyi yönde. Mesela bir oyuncu selamı yanlış veriyordu. Çavuşa, "Git eline vur, düzeltsin" dedim. Mete Yarbay hemen müdahale etti, "Hayır, eğitimde temas yasak. Eğitim bir kol mesafeden verilecek" dedi. Yani dayak kalkmış. Yemekler iyi. Mutlaka mutfakta galoşlar, eldivenler giyiliyor. Biz geleceğiz diye yapılmış bir hazırlık da değildi bunlar. Çünkü ne zaman geleceğimiz bile belli değildi. İzni almıştık bir kere. "Biz geliyoruz" deyip sabahtan yola çıkıyorduk. Mekan bakmak için gittiğimiz başka garnizonlar da böyleydi.

Karavanadan mı yediniz siz de?
M.A.: Karavanadan yedik. Karavanadan da yedik, dışarıdan da getirttik.
L.K.: Orada karavananın da bir hiyerarşisi söz konusu. Er için ayrı karavana, astsubay için ayrı, subay için ayrı, komutanlar için ayrı.

Levent, Mustafa; ikiniz de askerlik hizmetinizi bedelli olarak yaptınız. Film de bu temayı işliyor. Bedellilerle 18 aylık askerlerin karşılaşmasında neler oluyor?
M.A.: Şimdi 8 aylıklara Mehmet bey diyorlar, bedellilere Mehmet ağa diyorlar, 18 aylıklar da Mehmetçik. Mehmetçik sevmiyor tabii Mehmet ağayı. Yavuz Bingöl’ün oynadığı Mehmetçik, "Param olsaydı ben de sizin gibi askerlik yapardım, belki de evlenmiştim o zaman Suzan’la" diyor mesela filmin bir sahnesinde.

Levent, bedelli askerlik için başvuru yaparken kendinizle hesaplaştınız mı? Yani bir iç hesaplaşmaya ihtiyaç hissettiniz mi?
L.K.: Evet, hissettim. Bedelli askerlik bireysel bir kurtuluş olsa da çok adaletsiz bir şey aslında.
M.A.: Ben hissetmedim.
L.K.: Bedelli yerine askerlik görevimi Anadolu’da tiyatro eğitimi vererek ifa edebilmeyi isterdim. Budur adaletli olan.

Neden askere gitmek istemediniz?
M.A.: Vakit kaybetmemek için.
L.K.: Çünkü ben zamanımı iyi bildiğim şeyleri yaparak geçirmek istiyorum.

Bedellilik sistemi, para, bedellilerle diğer askerler arasında iletişimsizliğe yol açıyor mu?
L.K.: Evet, önce açıyor ama sonra geliyorlar ve "Tamam zenginsin, ve yaptın bir kere böyle, ama ne yapalım" diyorlar ve bitiyor. Biz Türkler böyleyiz.

Bu hikayeyi yazma fikri nereden çıktı?
L.K.: Bedelli askerlik için ödediğim 15 bin markı geri almak için yazdım.

Alacak mısınız peki bu parayı geri?
L.K.: Çoktan aldım bile.

Kadın oyunculara özel bir denetim uygulandı mı?
M.A.: Onlar başka yerde, otelde kaldılar. Çünkü biz sanatçıyız, gece geç saatlere kadar oturulur, içki içilir ve bu dışarıya hoş bir görüntü vermezdi.

"Albayın tavşanı olmazmış"
Eleştirel bir film mi bu? Yani askerlik kurumunu eleştiriyor musunuz?
M.A.: Komik drama ve elbette eleştirel. Zaten eğer ben bir film çekeceksem bunun eleştirel olmaması da mümkün değil. İşin fenası şu günlere denk düştü. Belki de film savaş çıkmadan bir an önce vizyona girecek olursa savaşların anlamsızlığı bir kez daha gösterilmiş olur.
L.K: Filmde bir slogan yok. Ben sevmiyorum bu tür iddiaları. Ben sadece durumu olduğu gibi yazdım. Biz bedelliler 28 gün askerliğe gittiğimizde bunu yaşadık.

Film bittikten sonra Genelkurmay yetkili birimleri izledi mi?
M.A.: Evet.

Sansür uygulandı mı?
M.A.: İki sahneye. Bir et sahnesi, bir de tavşan sahnesi.

Ne oluyordu bu sahnelerde?
M.A.: Et sahnesinde bir asker mutfakta epilepsi krizi geçiriyordu. Et kestikleri masaya yatırıyorlardı askeri. Yastık olarak da kafasının altına etleri koyuyorlardı. Tavşan sahnesinde ise, tavşanı olan bir albay gösteriliyordu. Albay tavşanını çok seviyordu. Bir albayın tavşanının olması rencide etti onları.

Oyuncu seçimindeki kriterleriniz neydi? Neden mesela Özcan Deniz?
M.A.: "Cast"ı Abdullah Oğuz’la yaptık. Ve bunu yaparken ikincil bir kazanç peşinde değildik.

Sonra Yavuz Bingöl, Gökhan; nedir bu oyuncu olmayan ünlüler kadrosuyla kalabalık filmler çekme olayı? Sinan Çetin ekolü mü?
M.A.: Mesela bir ünlü karakteri yazılmış. Bir popçu bedelli olarak askere gelmiş. Bu kim olabilirdi? Gökhan, Teoman ya da Davut Güloğlu olabilirdi. Gökhan oldu.
L.K.: Bana bırakılsa "casting", ben tiyatro gibi daha halli bir yerden geldiğim için daha eğitimli oyunculardan kurardım kadroyu ve halt yemiş olurdum. Çünkü askerlik böyle bir yer değil. Orada bir doktorla bir köylü yan yana gelebiliyor.

E peki, bir profesyonel oyuncu doktoru da köylüyü de aynı derecede iyi oynayamaz mı? Bu mantıkla o zaman doktoru doktor, köylüyü köylü oynamalı.
M.A.: Benim anlamadığım şu: Türkiye’de sol entelijansiya hep fırsat eşitsizliğinden yakınır, sonra tırnaklarıyla söke söke bir yerlere gelen birisine bir şans verildiğinde, "Neden bu adama şans verildi de, eğitimli birine değil?" der.