Pazar Hayatın tadına bakan kadın...

Hayatın tadına bakan kadın...

12.03.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Hayatın tadına bakan kadın...

Hayatın tadına bakan kadın...

Hayatın tadına bakan kadın...

WASHINGTON
Uzun, ince bedeni, çenesi hizasındaki küt kesilmiş beyaz saçları, yüzünün ortasına bir asma köprü gibi kurulmuş kemerli burnuyla yaşı geçkin bir karacayı andıran kadın odaya girdiğinde, ayrı dünyaların insanı olduğumuzu anlayıverdim.
Dimdik duruşundan mı, her hareketinde, bir sonraki hareketinin ipucunu barındıran bir akışkanlık olmasından mı, yoksa siyah kaşmir kazağı ve eteğinin, liseli kız stili düz mokasenlerinin ilk bakışta bayağı yüksek bir kalite yansıtmasından mıydı bilemiyorum, üzerinde özenildiği belli sadeliğini bir süs gibi taşıyan kadınlardandı.
Geldi, oturdu, her birimizle her birimizin gözlerinin içine ayrı ayrı bakarak ve neymişiz, kimmişiz, pek ilgileniyormuş gibi yaparak tanıştı.
Adı Serena Sutcliffe idi. Karşılaşmamız işimle tamamen alakasız olmasına rağmen, ben davet sahibi arkadaşımdan, yaşlı karacanın ününü dinlemekle yetinmemiş, müzmin gazeteci merakımı internette doyurarak, hanımefendinin seceresini kafa defterime kargacık burgacık not düşmüştüm. Ama adının baş harflerinin kulağımda "SS" (es-es) diye çatlaması için, kendisini tanıştıran sesini bizzat duymam gerekmiş. Duru altosuyla, sanki bana "Ben, ari ırktan falanca" diye elini uzatmışçasına irkildim.
Neyse ki geceye farklı tonlarda farklı aksanlarda sesler de karışıyor, yemek masasında atıştırılmayı bekleyen renk cümbüşü birkaç kıtayı kucaklıyor, şöminedeki çıtırtılarla belli belirsiz bir saksofon iç ısıtıyor ve -ben bu aralar ağzıma koymasam da- koyu kırmızı bir sihir çevremdekilerin kadehinden yüzlerine yansıyordu da, buz kesmekten kurtuldum.
Birkaç lokma, birkaç hoşbeş sonrasında, Serena Sutcliffe’in de humusa pide batırıp yerken bir yandan da kahkaha atabilen, en önemlisi de, ağzındakilere hakim olabilmek için yüzünü avuçlayan biri olduğunu memnuniyetle görmüş ve tüylerim yatışmış vaziyette, bulunduğu köşeye doğru kıvrılıp kafa defterime, çok daha etli butlu bir şeyler çiziktirmeye başlamıştım bile.
Gerisi güzel bir sohbetti.
Yaşlı karaca, burnuyla yaşayan bir kadın. İngiliz asilzadesi sayılabilecek, ancak ticaretin ruhuna işlemesi sayesinde, "İngiliz oğlu İngiliz" kalmayıp denizlere ve dolayısıyla dünyaya açılabilmiş bir babanın kozmopolitan kızı. Yirmi yaşında Paris’e yerleşmiş, NATO’da çalışmaya, anadil kıvamında bildiği Fransızcadan tercümeler yapmaya başlamış. Ama babasının ticari bağlantıları sayesinde çocukluğunun önemli bölümünü geçirdiği İskandinav ülkelerinin dillerini; İtalyancayı, İspanyolcayı da sindirmiş bir genç kadın olarak NATO paklamamış onu. UNESCO’ya girip Mısır’ı, Mağrip’i gezerken Kuzey Avrupa’nın, hatta Paris’in bile, o zamanlar pek tanımadığı tatları, kokuları keşfetmiş. Keşif o keşif...
Burnunun iyi koku, ağzının da mükemmel tat aldığını, hayatını, hayatı tadarak geçirmek istediğini anlamış ve onu, dünyanın en zengin işkadınlarından biri yapan mesleğine balıklama dalmış.
Mesleğinin özü, şarap. Serena Sutcliffe, şarabı tanıyarak ve tanıtarak yaşayanların divası. Kadınların pek ender katıldığı o elit "Şarap Ustaları" kulübünün, üzümün macerasını, topraktan bardağa, burnu ve diliyle adım adım izleyebildiğini sınav üstüne sınav geçerek kanıtlamış üyelerinden. İşi, Sotheby’s müşterilerine şarap satmak. Ünlü müzayede evinin, dünyanın en iyi şaraplarını, dünyanın en zengin alıcılarına ulaştıran özel bölümünü yönetiyor. 2000 yılında, getirdiği toplam para, dünya çapında 92,5 milyon dolara ulaşan şarap müzayedelerinin büyük bölümü onun imzasını taşıyor.
Bir ayağı Londra’da, bir ayağı New York’ta yaşarken, Uzakdoğu’nun kesesini giderek daha çok şaraba açan zenginlerini, Avustralya’nın, Latin Amerika’nın bağlarını görmek için dünyanın çevresini de yılda birkaç kez dönüyor. Fransız şaraplarını, ille de ve daima, her şeyin üstünde sevdiğini söylüyor, ama nice bilmiş şarapçının burun kıvırdığı, adı üstünde, reçine tatlı Yunan retsinasını su bardağında içmeye bayılacak kadar da yere sağlam basıyor. Ve söz, güneşi ile toprağı üzüme sonsuz şefkatli Anadolu’nun şarabı bir türlü kıvıramamasının ardındaki bin yıllık kadere yanmaya gelince, bakıyorum ki, dünyalarımız birbirine bayağı yaklaşıyor.






PAZAR