Pazar "Hazin bir hikayedir benim hayatım"

"Hazin bir hikayedir benim hayatım"

07.04.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Dünyanın en çok yazı yazan adamı: "Yurtdışındaki başarılarım, bana ilişkin yapılan araştırmalar bilinsin istemediler."

Hazin bir hikayedir benim hayatım

Çetin Altan: "Yazı yazarak ayakta kalmış çok az adamdan biriyim Türkiyede" Bütün konuştuklarımızı, hepsini, kelime atlamadan yazmak isterdim buraya. Saatler süren konuşmamızı kısalttıkça, kesip biçtikçe telefon açıp ondan özür dilemek istiyorum. Ama nasılsa o hiçbir fikrini, bildiği hiçbir şeyi okurlarından esirgemeyen, durmaksızın yazı üreten, üstüne üstlük de "Bir insan ancak saklayacak bir şeyi yoksa yazar olabilir" diyen biri.Bu arada bana ilişkin söylediği ve paylaşmaktan korktuğum ama dilimin altında tuttukça yanaklarımı şişiren bir cümlesi oldu ki... Nasıl teşekkür edebilirim? Bazı röportajlar şöyledir: Bir parmak bal yemek için bir çuval keçi boynuzu kemirmeniz gerekir. Çetin Altana ise yüksük kadar bir soru uzatıyorsunuz, içine kova kova bal akıtıyor. Cümlenin başıyla sonu arasında yüzyıllar boyu, coğrafyalararası yolculuklar. Kahkahalarla yaylanıp, bilimle politikanın arasındaki yarığın bir o tarafına bir bu tarafına sıçrıyoruz. 75 yaşında gencecik bir adamla iddialı bir dans bu aynı zamanda. Her an ayağına basmaktan korkarak yaptığım. "Gazete satsın diye ben kadınlardan söz edemem" Şimdi bir kez daha değerinizin teslim ediliyor olması güzel bir duygu olmalı. Güzelim, bak, babaannemin bir hikayesini anlatayım: Adam benim yaşımda padişah olmuş. Bir sürü harem. Çağırmış bütün cariyeleri. Çıkarmış tenasül uzvunu, hepsinin üstüne işemiş. (Gülüyor). Mutlu musunuz? Mutlulukla başarı bir araya gelmez. Bunların tariflerini iyi yapmak lazım. Hayır, mutlulukla başarı bir arada olmaz. Siz hangisini tercih ettiniz? Mutluluğu mu, başarıyı mı? Bu tercihe bağlı değildir. İnsanın iradesine bağlı değil bu. Ya o, ya o. Ben deniz kıyısında büyümüş bir çocuktum. Sekiz yaşında yatılı okula bıraktılar, bir daha da kimse aramadı. Sevgi görmeyince insan, beğenilmek ister. Sevilmemiş çocuklar farkında olmadan kendilerini beğendirmek isterler. Sevilmekle, beğenilmek çok farklıdır. Birisi "Ben Mozartı sevmiyorum" diyebilir ama "Ben Mozartı beğenmiyorum" diyemez. Sevilmemiş insanlar, insanları mahkum etmeye çalışırlar kendilerini beğenmeye. Eşiniz Solmaz Kamuranın yazdığı biyografiniz "İpek Böceği Cinayeti"ni nasıl buldunuz? Tabii, o belgeseldir, benim belgeselimdir aşağı yukarı. Bana ilişkin Türkiyede, yurtdışında yazılmış birçok üniversite tezi, araştırma da bulunuyor. Ama bunlar çok ayrı konular. Ben giremem ki bunlara. Kendi kendimin propagandası olur bu. Sen bu kadar meraklıysan, gel yukarıda neler göstereyim ben sana. (Çalışma odasına çıkıyoruz. Yunanistandan Arjantine kadar birçok ülkede yayımlanmış kitaplar, araştırmalar. Cortazarla, Kunderayla bir arada yer aldığı seçkiler. Raflar dolusu. Utanıyorum. Ben Solmaz Hanımın yazdığı biyografiyi bile okumadan gelmişim röportaja.) Madem bu kadar meraklısın bu işlere, neden bunları bilmiyorsun? Sen bilmezsen kim bilecek? Üzülme, bunları sizden uzak tuttular, bilinsin istemediler. Hazin bir hikayedir benim hayatım. Ama hâlâ yazdığınıza göre iyimsersiniz. Kime karşı kötümser olacağım ki? Türkiye için mi kötümserim? İnsanlık kötüye gitmez ki. Ama değişime ayak uydurmazsa Türkiye silinecektir maalesef. Bir İstanbul depreminden sonra göreceğiz ne olacak. Altan Ailesinin kadınlarının biraz geri planda kaldığı iddia edilirdi hep. Ama Solmaz Hanım iyi kitaplar yazıyor. Değil mi? Tabii, o da bir yazar. Ama olur mu, şimdi sen 75 yaşındaki adama kadınları filan mı soracaksın? Ayıp. Sen gazeteni satacaksın diye, ben kadınlardan mı söz edeceğim? "Komünist olmamak kainat yasalarına aykırıdır" Yıllar önceden gelen bir soruyla, uzun süredir muhatap olmadığınız bir soruyla devam edelim: Siz komünist misiniz? Bütün yeryüzü Lenin ihtilalinden sonra komünizmi bir rejim olarak değerlendirdi. Oysa işin aslı iki farklı anlayıştadır: Birine göre insan beyni kozmosun dışında kendine özgü ayrı bir olgudur. Diğerine göre ise kozmosun, yani evrenin, kainatın dışında hiçbir şey olamaz. Birincisini mesela 17. yüzyıl düşünürlerinden Pascal savunur. Bu yüzden de "Bütün bu yıldızlar bir insan aklı etmez" demiştir. Hegel de aynı anlayıştadır. İkinci anlayışı, yani hiçbir şeyin kainatın dışında olamayacağını ise Feuerbach, Marx, Engels gibi düşünürler savunurlar. Düşünce tarihindeki bu ayrışmayı dünya kamuoyu pek kavramadı. Şimdi "kozmos" dediğimiz evren sürekli değişim halindeki bir enerji yığınıdır. Marxa göre de eğer insan aklı kozmosun dışında olamıyor ise toplumlar da evrensel kuralın minicik bir parçası olarak bu değişimin bir parçası olacaklardır. Siz de sürekli değişime işaret ediyorsunuz. Feuerbachtan Marksizme uzanan bu geleneğe mi bağlısınız siz de? Bu gelenek meselesi değil ki, bu bir bilimsel gerçek. Bu komünizm kelimesi çok karalanmış, çok aşındırılmış, polemiklere neden olmuş olabilir çünkü siyaset demek kavga demektir ama şöyle anlatayım: İnsan olmasa yeryüzünde elektrik yine olur mu? Olur. Çünkü yıldırımlar filan. Peki, komünizm olur mu? Olur. Çünkü kozmosun ürünüdür bu. Burjuva sınıfı, sermaye sınıfı kozmosun, kainatın yeni enerji kaynaklarına yatırım yapacağına insana insanın enerjisini kullandırıp bir dondurmaya, statükoya gidiyor. Bu da sürekli gelişim içindeki kozmosa aykırı bir şey. Mesela ulus devleti de böyle anlamalıyız. Ulus devlet de kozmosun gelişimini hapsediyor. Demek ki bunlar, bu siyasi kurumlar evrenin doğasına aykırı olarak ortaya çıkıyorlar. Ve bunlar evrenin yasalarına aykırı kurumlar oldukları için aşınıyorlar sonunda. Yani Marxın işçi sınıfına yatırım yapmasının nedeni işçi sınıfını iktidara getirmek için değil, evrenle insanlık arasında bir paralellik sağlamak içindir. Anlatabiliyor muyum? Yani bu anlamda da komünist olmamak kozmosa aykırıdır. Bu açıdan bakınca, "Ben Marksistim" mi diyorsunuz? Hadi güncel siyasi söylemi tutturmak için bir de bu sorunun sonuna "hâlâ" ekleyelim. Hâlâ Marksist misiniz? Şimdi siz elektriği kullanırken elektrik mühendisi değilsiniz. Ama düğmeye basıyorsunuz, lamba yanıyor. Bu da aynı. Fark etmeden insanlar evrensel değişimin içinde yaşıyor hale geliyorlar. Bu anlamda Marksist olup olmamayı siyasi açıdan sormamak gerekir. Ben 42 yıl önce Milliyetteyken telefon yedi saat beklerdi Ankaraya bağlanmak için. Şimdi Türkiyede 16 milyon kişi cep telefonu kullanıyor. Siyasetçiler sayesinde olmuyor bu. Bilim adamları sayesinde oluyor. Yani Marksist olup olmamayı bilim açısından sormak gerekir. Siyasetçiler yeryüzünün genel spektrumunda ikinci sınıf adam sayılırlar. "Yazılarımda Zamana dayansın özeni bulunur" O zaman politikayla bilimin, yani statükoyla kozmosun yasaları arasındaki iletişimi ne sağlayacak, kimler sağlayacak? Çok önemli bir soru soruyorsunuz. Türkiyede halka hizmet veren teknik bir devlet gücü mü bulunuyor, Hazineden geçinen ve sadece üst kademeleri yaşatan bir devlet mi? Elbette ikincisi. Çünkü hâlâ daha 40 bin köyün 15 bininin kar yağdığında yolu kapanıyor. İşte bu devlet statükocudur, değişimin yasalarına uymaz. Nedeni de Türkiyede politikayla bilim arasında bulunan uçurumdur. Mesela Avrupa Birliği; 1939da Fransız frangı ile Alman markının Euroda buluşacağını düşünmek imkansızdı. Ama insanlık, değişimi, kozmosun verilerini yavaş yavaş kullandıkça bu tür birliklere giriyor. Statükocular, ulus devletler bütçelerinin en büyük payını silah alımına kullanırken, bu tür birlikler en yeni iletişim teknolojilerini, en yeni enerji kaynaklarını kullanıyorlar. Yani Türkiyede politika ile bilim arasındaki uçurumun köprüsü Avrupa Birliği olabilir mi? Olabilir, çünkü Türkiyede gelişim iç dinamikle olmuyor. Türkiyenin böyle kadroları bulunmuyor. Bu yüzden Türkiye 20. yüzyılı ıskaladı. Üniversiteler de dahil, Türkiyenin hiçbir kurumu evrensel değil. O üniversitelerden kaçının araştırmaları dünyada dipnot oluyor? Bilimle politika arasındaki bu uçurum yüzünden değil mi ki bir İstanbul depreminin bu kentteki binaların yüzde 75ini yıkacağı öngörülüyor? Demek ki insan gerçeklerin dışında yaşarsa kozmosla çatışmaya başlar. Ve sonra bir depremde enkazını kaldıramaz. Demek ki bilimcilere ve yazarlara büyük ihtiyaç söz konusudur. Ama bu ülkede bilimcilerin, yazarların değeri henüz berraklaşmadı. Bir İzmir Belediye Başkanı bile bizim Yaşar Kemale diyor ki: "Kıçı kırık iki roman yazdı, ne olacak?" Çünkü statükocular sadece kendi istediklerini yazanlar olsun istiyorlar, değil mi? Siz bu anlamda "yazar" ile "yazıcı" arasındaki farka işaret eden iyi bir örneksiniz. İktidarın katibi olmadınız. Katiplerin çok olmasının nedenini söyleyeyim ben size: Çünkü okur Türkiyede yazarı beslemiyor. Peki, kim besliyor o zaman? Ankara. Ankaranın zıttına gitmeyen yazı adamları- ki onlar da çok iyi yazarlardır, Falih Rıfkı gibi, Yakup Kadri, hatta Reşat Nuri- bütün bunlar bu bizim şimdi konuştuğumuz konulara girmemişlerdir. Onun için de Bern Büyükelçisi, Bolu milletvekili olabilmişler, Hazineden beslenerek yazı hayatlarını sürdürebilmişlerdir. Ayrıca Ankaranın hoşuna gitmeyen yazarların arada sırada sıkıntıya düşmesi için çaba sarf edilir. Mesela Kemal Tahir, Orhan Kemal sıkıntıya düşürülmüşlerdir. Ama bir yazarın yazar olup olmadığı ölümünden iki yüz yıl sonra anlaşılır. Eğer yazdığı yazı iki yüz sene sonra da zamana dayanabilecek özellikteyse o yazardır. Benim kapasitem bu kadar dayanıklı yazılara yetmese de yazılarımda "Zamana dayansın" özeni bulunmaktadır. Dönem dönem yıllar önce yazdığınız yazıları köşenizde yeniden yayımlamanız zamanla bu tür bir boy ölçüşme mi? Tabii. Evet. Türkiyede yazılı kültürün tarihi daha iki yüz yıl olmadığı için şimdilik bununla yetiniyoruz. Ne viskiciliğim kaldı ne de dönekliğim Milliyete geçiş sürecinde gençlerin size olan ilgi ve sevgisinden etkilendiniz mi? Evet, benim alışkanlığımı biraz aştı. Eskiden biz bu kadar mektup almazdık. Bu internet döneminde Nepalden, Sydneyden mektuplar aldım. Şaşırdım. Bu dördüncü okur kuşağı çünkü benim için. Bu arada neler oldu oysa. Yapmadıklarını bırakmadılar bana. Ne annemin orospuluğu kaldı, ne benim viskiciliğim kaldı, ne benim dönekliğim kaldı. Bunları söyleyen bilmiyor ki benim kim olduğumu. Bu apartmanın olduğu yerde bizim köşkümüz bulunuyordu. Ben köşkte büyüdüm. Bilmedikleri için döndüğümü, paraları aldığımı zannediyorlar. Bilimden çok söz ettik. Oysa sizin köşe yazılarınız birer edebi yapıt aynı zamanda. Ben bundan söz edemem. Bir yazar kendisinden bu şekilde söz etmemeli. Bir yazı adamı, hele benim yaşımda, kendinden söz ederse kendi propagandasını yapar. Bu ayıptır. Sadece şunu söylebilirim: Ben yazı yazarak ayakta kalmış çok az adamdan biriyimdir Türkiyede. Türkiyede ne kadar para kazanıyor ki bir yazar? Avrupada bir piyes yazarsa bir ev satın alır. Bizde Ankara ödeyecek parayı. Ankara öderse de yazar sadece Ankaranın hoşuna gidenleri yazar. O zaman da yazar olmaz. O zaman da gerçekler ortaya çıkmaz. Gerçekler ortaya çıkmayınca da Türkiye yok olur gider.