Pazar “İçimdeki ses ‘Ödülü unut, işine bak’ der”

“İçimdeki ses ‘Ödülü unut, işine bak’ der”

11.04.2010 - 01:00 | Son Güncellenme:

Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf Üçlemesi”nin son halkası, Altın Ayı ödüllü “Bal” sinemalarda. Yönetmenin ödülden beklentisi, bu kez bir sonraki filmini finanse edecek kadar seyirci gelmesi

“İçimdeki ses ‘Ödülü unut, işine bak’ der”

Sinemanın, resmin, fotoğrafın yaşamın bir parçası olduğu bir evde doğup, yolunu şiirden geçirerek sonunda kendini ifade etme yolunu beyazperdede bulmuş bir yönetmen, Semih Kaplanoğlu. Sinema eğitiminin ardından dizi senaryoları yazarak, reklam çekerek sürdürmüş hayatını bir süre. Bu sürecin en çok ses getiren işi, döneminde çok sevilen Perran Kutman’lı “Şehnaz Tango” dizisi.
“Herkes Kendi Evinde” ile başlayıp “Meleğin Düşüşü” ile devam eden sinema serüveni ise beş yıldır “Yusuf Üçlemesi”ne kilitlenmiş durumda. Ve gazetelerde en çok yer almaya da bu üçlemeyle başladı zaten. İlk film “Yumurta”, ödül üstüne ödül alırken, “yavaşlık”, “sıkıcılık”, hatta “entelektüel terör” suçlamalarına varan eleştirilerle karşılaşmıştı örneğin. “Süt”, belki ilkinde nefesler tükendiğinden belki, daha bir sükunetle karşılandı memlekette. Yurtdışında ise her ikisi de övgülere boğulmuştu.
Üçleme “Bal” ile sona ererken, Berlin’den Altın Ayı getirdi yönetmenine. Film bu
hafta sinemalarda. Semih Kaplanoğlu, eleştiriler karşısında durduğu kadar sakin gene. Ödülden tek beklentisi, “Bal”ın başka bir bakış açısıyla izlenebilmesini sağlaması ve bir sonraki filmini finanse edecek kadar seyirci getirmesi. Onun dışında, sıkça söylediği gibi, ödülleri rafa kaldırıp unutma taraftarı.


Altın Ayı’dan sonra verdiğiniz bir söyleşide ödülleri unutmaktan yana olduğunuzu söylediniz. Bunu yapabiliyor musunuz sahiden?
Belki bu defans da olabilir ama daha önce festivallerde bulunduğum için ve fazla beklenti içinde olmanın faydasız bir uğraş olduğuna inandığım için daha sakindim orada. Bir de insan alışıyor galiba, sonuçta ödülü sana “veriyorlar”, başka bir jüri başka bir şeye verecektir, bunu biliyorsunuz. Türkiye’den, Almanya’daki Türklerden çok coşkulu bir reaksiyon var, o da insanı çok mutlu ediyor, gurur veriyor. Ama ona takılıp kalmak biraz sıkıcı ve insanda ağırlık yaratan bir şey. İçimden bir ses diyor ki
“Bunu unut, geçsin bitsin, bakalım işimize.”

“2 bin metreden sonra nefes almak zorlaşıyordu”

Türkiye’de sizin sinemanız çok az biliniyor ve az izleniyorken böyle bir ödül nasıl bir duygu yarattı sizde?
Belki bu sefer biraz daha fazla seyirci gelir, biraz daha farklı yaklaşırlar. Belki sadece filmlere “sıkıldık, sıkılmadık, eğlendik, eğlenmedik” gibi değil de daha farklı bakabilirler diye bir iyi niyetim var şu anda. Tek derdim, bunu da çekinmeden söylüyorum, 150 bin seyirci gelse benim bir sonraki filmimi finanse edebilir.

Üçlemenin ilk iki filmini Tire’de çekmiştiniz. “Bal” için niye Karadeniz’i tercih ettiniz?
Çünkü bakir bir doğa arıyordum. Her şeyin fışkırdığı, ehlileşmemiş... Ege bölgesinde böyle bir yer bulamadım. İnsanlığın çocukluğu gibi de bir yer arama derdindeydim. Her şeyin elle yapıldığı bir dünya, yaşlı, büyük ağaçların olduğu ormanlar... Orada buldum onu.

Peki zor oldu mu oraya araç gereç taşımak?
Çok zor oldu. Küçük bir ekibiz biz ama bir film ekibinin kamerası, malzemesi, bir sürü ayrıntısı var, taşımak zor. Sonra 2 bin metreden sonra nefes almak zorlaşıyor, hareket etmek zorlaşıyor. Bu konuda bize yardım eden insanlar oldu ama çoğunlukla kendi başımıza, yavaş yavaş, sabırla ilerledik, yaptık işimizi.

“Çekimlerde dağcılar ve dublörler bize yardım etti”

Erdal Beşikçioğlu korkmuş ilk çekim gününde galiba...
İlk günü hatırlıyorum, evin bahçesindeydik. Dedi ki bana “Bir çocuk var, yetmezmiş gibi elime de bir kuş verdin. Bir tane katır var, bunlarla ne yapacağım ben?”

Bir de üstelik ağaca tırmanacak...
Evet. Ama tabii oraya bir teşkilat kurduk. Dağcılar geldi yardım etti bize. Dublörler geldi. Başka türlü yapamazdık, çok tehlikeli bir şey, Erdal’ı korumamız gerekiyordu. Ama o da sağ olsun, ayağı biraz sakat olduğu halde ikinci ağaca kendisi çıkmak istedi. Çok saygı duyuyorum, işine çok sahip çıkan birisi.

Kendi çıktı ağaca öyle mi?
O ilk sahnedeki düştüğü ağaca kendi çıkmadı tabii. Ama arıların olduğu sahnedeki ağaca çıktı. Bir de arılar var üstelik. Kovanı açıyorsunuz, yüz binlercesi birden üstünüze geliyor. Ama ilginç bir şey, arılar eğer sakin davranırsanız, önce bir yokluyorlar, sonra uğraşmıyorlar.


“Belki Dersim meselesi hakkında bir film çekerim”
Bundan sonrası için var mı aklınızda yeni bir şey?
Yok ama kafa gezdirdiğim şeyler var. Şu dönem beni Dersim meseleleri çok ilgilendiriyor. Yanımızdaki komşunun, arkadaşımızın, konuşmadığı acısıyla yaşadığını bilmek, sonra onu öğrendiğimizde gelen “Ben onun en önemli meselesini bilmeden yaşamışım. Bu nasıl bir hayat?” duygusu... Bu beni derinden etkiliyor. Buradan nasıl bir şey çıkarabilirim, daha bilmiyorum. Bir de bir aşk filmi çekme düşüncem vardı, ona birazcık bakıyorum ama daha biraz erken.

“Bora’yı görünce ‘Kesinlikle o’ dedim”
Küçük Yusuf’u oynayan Bora Altaş’ı tesadüf eseri bulmuşsunuz...
Evet, üç dört ay boyunca bölgedeki bütün ilçelerde, köylerde çocukları çektik. Belki 300 çocuk gördüm, çekime iki hafta kala hâlâ içime sinen çocuk çıkmamıştı. Sonra bir gün arabayla giderken Bora’yı gördüm. Bisiklete biniyordu ve yüzündeki ifade beni çok etkiledi. Hemen indim, konuşmaya başladık. “Nerelisin?” dedim, ilginç bir cevap verdi, “Buradayken mi, İzmir’deyken mi?” diye. “O ne demek?” dedim, “Ben İzmir’de doğdum. Ama artık burada yaşıyorum, çünkü babam buralı, emekli oldu, bizi buraya getirdi” dedi. On gün olmuş geleli, o yüzden daha önce görmemişim ben. Konuştukça “Kesinlikle bu” dedim, “başka biri olamaz.” Gerçekten bir armağan gibi geldi bize.

Eşini ilk kez televizyonda gördü, arkadaşından tanıştırmasını istedi
Filmde eşiniz Leyla İpekçi’nin de payı var...
Evet, Leyla bütün senaryolarıma katkıda bulunuyor. Şöyle söyleyeyim, biz acımasızca davranıyoruz yazdığımız, çizdiğimiz şeylere. Hep onun filtresinden geçiriyorum yazdıklarımı, onun çok fazla katkısı var aslında. Hem yaptığımız şeyde, hem de bu hayatı sürdürebilme konusunda. Çünkü küçük yaşıyoruz işte, fazla genişlemeden, büyümeden, neredeyse yazmak ve film yapmak dışında vakit ayırabildiğimiz bir şey yok. Çocuğumuz da yok, öyle gidiyor hayat.

Siz onu ilk kez bir televizyon programında görmüştünüz. Anlatır mısınız o hikayeyi?
Bir yere gitmek üzereydim, televizyonda birisinin bir şeyler dediğini duydum. Dönüp baktığımda Leyla’yı gördüm, “Maya”dan bahsediyordu, kitabından. Tanımıyordum, daha önce hiç bilmiyordum ve anlattığı şey ilgimi çekti. Sonra kitabını okudum, bir arkadaşımın arkadaşıydı, tanışmak istedim.

Yazar olarak mı tanışmak istediniz yoksa “Ne hoş kadın” da mı var?

Valla “Ne hoş kadın” kısmına daha gelmemiştim. Merak etmiştim çünkü anlattığı karakter beni çok etkilemişti.

“Annem-babamla birlikte evde 8 mm filmler çekerdik”
Şiirle, resimle çocukluktan başlayan bir ilişkiniz var.
Babamın resme çok yoğun ilgisi vardı. Bizim evde projeksiyon makinesi vardı, babamla beraber resimlere bakıyorduk, tablolar üzerine konuşuyorduk. Fotoğraf makinesi vardı, çekiyordu ve annemle beraber banyoya girip yıkıyorlardı onları. 8 mm bir kameramız vardı, filmler çekiyorduk, seyrediyorduk sonra. Öyle bir evde büyüdüm ben. Ama beni en çok etkileyen şey aslında şiirdi hep. Ve bütün bu yolun içinde benim hep destek aldığım şey şiir oldu. Eksiltme, azaltma, daha duyarlı hale getirme, metafora dönüştürme hususlarını şiirden edindim.

“Ece Ayhan, Mustafa Irgat ile paylaştığımız evde yaşardı”

İzmir’den İstanbul’a ilk geldiğinizde enteresan bir ev hayatınız olmuş. Mustafa Irgat’la beraber oturmuşsunuz...
Evet, Mustafa Irgat ve Ece Ayhan. Yazları Ece bey Gümüşlük’te çadır kurardı. Mülksüz bir adamdı, bir daktilosu, bir çadırı vardı. Kışları da, birilerinin evinde boş bir yer varsa orada kalırdı. Mustafa bir ev tutmuştu Cihangir’de, onu paylaşalım dedik. Bir oda Mustafa’nın, bir oda benim, bir tane de salonu var, Ece Ayhan da o salonda yaşıyordu. Ve ekonomik zorluklardan dolayı o apartmanın kaloriferleri yanmıyordu, Ece bey galerileri geziyordu sıcak diye. Onlardan çok şey öğrendim ben. Ve onlar aracılığıyla İlhan Berk’ten, genç şairler gelirdi sonra Haydar Ergülen, Nilgün Marmara, orada büyük bir cemaat halinde yaşanıyordu. Şimdi çoğu hayatta değil ama her filmimde onları bir şekilde anmaya çalışıyorum.


“Beni öyle sıkıştırdılar ki sonunda herkesin sürekli konuştuğu bir film yapacağım”
Sizinle sürekli filmlerinizdeki tempo meselesi konuşuluyor. Ne düşünüyorsunuz yavaşlık eleştirileri konusunda?
Sinemanın bir şeyleri hızlandırdığı kesin. Kurgu diye bir şey var, parçalayıp hızlandırıyor, devam ediyor. Ama biz hayatta öyle yaşamıyoruz. Medeniyetimizin en fazla unutturduğu şey bence zamanla olan ilişkimiz ve tabii ölüm. Öleceğimizi unutuyoruz. Zaman duygusunu eğer kozmik anlamda takip edebilsek, yani doğanın zamanıyla yaşayabilsek, asla tahrip etmeyeceğimizi düşünüyorum ben hiçbir şeyi. Sinema da zamanın sanatı. Klasik müzik gibi bir şey bu benim için, klasik müziği sıkıcı bulabilirsiniz. Ben böyle algılıyorum ve böyle anlatma yolunu seçiyorum. Bu hikayelerin de başka türlü anlatılabileceğine inanmıyorum.

Müzik kullanmıyorsunuz, dijital bir öğe kullanmıyorsunuz...
Bunlar tercihlerim tabii. Mesela müzik kullanmadığım için sanıyorum, doğanın seslerini daha fazla ve daha derinliğine yansıtabilme imkanını buluyorum. O sesleri özel mikrofonlarla çekmeye çalışıyorum. Sesçiler mesela, biz bir yeri terk ediyoruz, onlar sabaha kadar ses çekiyorlar. Ormanda biz üç gece kaldık, ses çekmek için.

“Efektleri suni buluyorum. İşi çiğleştiriyorlar bence”

Dijitalden niye uzak duruyorsunuz?
Bir kere çok iyi bilmediğim bir alan, kontrol edebileceğimi zannetmiyorum. Burada kontrol benim elimde. İkincisi de suni buluyorum.
O efektlerin işi çiğleştirdiğini düşünüyorum. Görür görmez anlıyorum ki o kar değil. Ben beklerim mesela, gider karı, yağmuru beklerim, çekerim. Şimdi yağmur da koyabiliyorsunuz, bulutu da istediğiniz gibi boyuyorsunuz ama ben onu beklemeyi, orada onu tespit etmeyi, ona eşlik etmeyi seviyorum.

Filmlerinizdeki diyaloglar giderek azalıyor galiba...
E çok konuşacak bir şey yok. Bazen mesela diyalog yazıyoruz, “Diyalogsuz yapabilir miyiz bunu?” diyoruz, bana göre oluyor.

“İyi diyalog yazamayan biriyim, o konuda zaafım var”

Şart değilse konuşmasınlar diyorsunuz yani...
Evet, mümkünse. Orada insanlar sabahtan akşama kadar çalışıyor. Evlerine gidip oturuyordum ben, yemek yeniyor, konuşmuyorlar. Mecalleri yok zaten. Ancak “Suyu ver”, “Ekmeğini al”... Oturup öyle cırcırcır konuşmaya yok vakitleri.

Ne zaman “daha az diyaloglu” bir sinemayı tercih ettiğinize karar verdiniz?
“Meleğin Düşüşü”nden önce. “Herkes Kendi Evinde” diyalogların fazla olduğu bir film. “Meleğin Düşüşü”nde zaten konuşmayan bir kızı anlatıyordum. Bu “Yumurta”, “Süt”, “Bal”da da karakterden de kaynaklanan bir şey olabilir. Bazen bu konuda beni öyle sıkıştırıyorlar ki şey geçiyor içimden, tamamen diyalog olan, sürekli konuşulan bir film yapayım bakayım rahatlayacaklar mı... Gerçi bir yandan iyi diyalog yazamayan biriyim ben, o konuda bir zaafım var. Belki fazla konuşmayan da biriyim.