Pazar İki kol, bir yaka…

İki kol, bir yaka…

18.04.2004 - 00:00 | Son Güncellenme:

Gelecek hafta: Ohannes Devletyan, Aşkale'yi anlatıyor.

İki kol, bir yaka…





Babam: Halit Barbaros
Babamın ailesi İstanbul'a Girit'ten gelmişler. 1887 Girit doğumlu babam. Büyükbabam Bakırköy'de bir ev alıyor, çocuklarını büyütüyor. Posta telgraf müdürü yapıyorlar amcamı. Öbür amcam hukuku bitiriyor, ceza reisi oluyor. Babam ise askeri mektebe devam edip doktor oluyor, annemle sevişiyorlar ve evleniyorlar. Derken, bir sene sonra Namık (ağabeyim) doğuyor. Babamı Sarıkamış'a göndermişler bu arada. Emirgan dergahındaki Mevlevi şeyhi annemin dayısıdır. Babam oraya yolluyor annemi. Orada bir de kızı oluyor annemin. Ve ismini Şükran koyuyorlar. Bu ara ordu, Edirne'ye tayin oluyor, babam da oraya gidiyor. Bulgar işgali var. Babamı da doktor olarak hastaneye koyuyorlar. Orda ev tutuyor, yerleştiriyor, ondan sonra askerle bizleri aldırmış, yani ben yokum daha. İki-üç sene sonra, işte kızı oluyor, 3 yaşına geliyor, tifo oluyor kız (ablam). O zaman tifo çok tehlikeli bir hastalıktı. Şükran'nın ölümünden sonra, 1920'de ben doğuyorum. Bana ayrı bir nüfus kağıdı çıkaramıyorlar ve Şükran'ın ismini koyuyorlar. Onun nüfus kağıdı benim de oluyor." Edirne'den sonra İstanbul'a taşınırlar. Şükran Barbaros henüz 4 yaşlarındadır. "Ondan sonra, babamı bu sefer de ta Şark'a gönderiyorlar, yine annemi alamıyor. İzmir'in işgalinde babam İzmir'e geliyor. Bizi de aldırıyor. İzmir'de, Karşıyaka tarafı değil de bu tarafta, Yunanlıların yangın olan yerlerinin yanında bir evde oturuyoruz. Harpten dönüşte herkes yine yerine gitti, biz yine İstanbul'a geçtik. Oradan babamı Kütahya kazası Emet'e yolladılar. Emet'te ne eczane var, ne doktor var, bir tek babam. Çok da dürüst bir insandı babam. Hem eczaneyi idare ediyodu hem doktorluğu. Ben ilkokula Emet'te başladım. Derken burada da tifo salgını çıktı. Annem Emet'te bir kız çocuğu doğurdu. Karantina altına alınan evlerin kapılarına sarı kağıtlar yapıştırıyorlardı, kimse girmesin diye, fakat cahil insan anlamıyor, giriyorlardı. Jandarma kumandanını rica etti de babam, hasta olanların kapısına jandarma diktiler, o şekilde bitti salgın." Halit beyin tayinleri sürer. Emet'ten sonra sırasıyla Antalya ve Gaziantep'te yaşarlar . Ortaokul eğitimini tamamlar tamamlamaz Adana'daki (Amerikan) kız kolejine kayıt olur. Bir sene yatılı olarak okur, bu arada babasının tayini Konya'ya çıkmıştır. "Sonra ikinci sene gittiğimizde, çok zeki çocukların hepsini kaçırdılar, Amerika'ya. Atatürk bunu duyar duymaz mektebi kapattı, tabii. Yedinci sınıfa geçtiğim yıl, Ankara'daki İsmet Paşa Kız Enstitüsü'ne kaydoldum. Yatılı okuduk. Güzel mektepti. Yemek odamız, yatak odamız çok güzeldi. Geceleri kızlar bir türlü susmazlar, yatarız. Benim sesim güzel olduğu için şarkı söylerdim, o gecelerde... O zamanlar alaturka söylemek yasak. Alafrangaydı her şey, o seneler öyleydi. Alaturkalar kalkmıştı, Atatürk sevmezdi. Hiç unutmam zaman zaman okuldan kaçardık. Çarşaflarla aşağı iniyorduk. İnerken, inerken, bir gece müdür bey de hanımınla tiyatrodan dönüyormuş, bizi böyle görünce kadın düştü bayıldı. Müdür bey tabii eşini tutayım derken, biz yukarıya kaçtık. Şimdi herkesin ağzında, işte ölüler çıkmış da, hayaletler çıkmışlar da sözleri dolaşıyor ortalıkta. İşte korkudan, biz de hiçbir şey söylemiyoruz. Aradan birkaç zaman geçti, Cumhuriyet Bayramı, yemek yiyoruz, müdür bey dedi ki, 'Herkes bir hatırasını anlatsın.' Ben de yavaş yavaş bunu anlatırken 'Vay hınzır, siz miydiniz?' dedi." Okul müdürleri bu olayı öğrenince çok kızar, cezalandırır Şükran hanımı. "Formalarımız, yukardan aşağıya yan taraftan düğmeli, böyle asker elbisesi gibi, griydi. Beli dar, eteğe doğru bollanan, fevkalade şık elbiselerimiz vardı." Şükran hanım mezuniyetini izleyen günlerde ailesinin yanına Urfa'ya gider ve biçki–dikiş kursu açar. "Urfa'da yurt açtım, kadınlara mantolar diktik. İki kol, bir yaka, iki kol, bir yaka... Birer lira, ikişer lira fiyatı da. Hem çocuklar (kursiyerler) kazanıyor hem ben kazanıyorum. Sonra babamı, biz ordayken Elazığ'a tayin ediyorlar, biz de mezun ettikten sonra çocukları, kalktık oraya gittik. Orda da yurt açtım. Elazığ'da yaptığım biçki-dikiş yurdunda, tam 500 lira para biriktirdim."

Eşim: Cevdet Özden
"Sonra Cevdet beni isteyince bütün çeyizimi o parayla yaptırdım, babama masraf ettirmedim. Beş lira veriyorlardı kursa gelen çocuklar bana aylık ücret olarak. Ama dikişlerden de kazanıyorduk, onlar da kazanıyordu, o kurs için verdikleri parayı, beş lirayı çıkarıyorlardı zaten. Cevdet de orada savcı muavini... Bir seksen falandı boyu, uzun boylu, yakışıklı, ben de o zaman uzundum, şimdi kısaldım. Beni görünce 'Bu kimin kızıdır?' demiş. 'Bırak, dikiş dikiyor. Erkek gibi bir kız' demişler benim için." Cevdet bey Şükran hanım ile evlenmeye kararlıdır. "Önce nişanlandık. Sonra biz ordayken babamı Amasya'ya tayin ettiler. Gelinliğimi ben diktim. Vücuduma göre dardı da, aşağısı parçalı etekti, geniş, büyük. Ve o zamanlar iç etek vardı, iç etekler giyilirdi, kabarık kabarık. Onları abim bana Avrupa'dan getirmişti, onu giymiştim. Saçımı güzel yapamadım diye üzüldüm çok. Trabzon'da Halkevi'nde evlendim. Sonra Rize'ye tayin olduk, orda yurt falan açmadım, hamileydim. Trabzon'da doğurdum. Daha sonra Ankara'ya geldik. Kızılay binası vardı, ona bitişik bir evde, orda görümcemler oturuyorlardı. Daha yeni gitmişiz, 100 lira maaşımız, 45 lira ev kirası. Yani yemeğe 15 lira kalıyor kalmıyor, o kadar sıkıntı çekiyoruz. Dedi ki görümcemin kocası, 'Bak Şükran,sen alışıksın, yurt açmışsın, iki sene çalışmışsın, her şey bana ait, ev, elektrik, makineler, çalışan kızların paraları bana ait, kârdan yarı yarıya ortak olarak, kurs açalım.' 'Hayhay' dedim. Bunun üzerine Cevdet 'Bitti mi konuşmanız?' dedi. 'Hayrola, n'oluyo?' dedim. 'Bak' dedi, 'ben' dedi, 'savcı muaviniyim' dedi. 'Karısı terzi dedirttirmem' dedi. Ben terzilik falan tanımam, eğer yapmak istiyorsan, alırsın çocuğunu gidersin babanın evine' dedi."
Bu konuşma üzerine terzilik fikrinden vazgeçer Şükran hanım...

Oğlum: Soner Özden
"Sonra Soner'e, oğulma zafiyet geldi, ateşi çıkıyor, anjinli, gündüz ateşi yok, akşamları ateşi yükseliyor. O zamanlar Numune Hastanesi'nde meşhur Alman çocuk doktoru var. Ankara'da otobüs yok, taksi yok, bir şey yok. Yürüyerek, hasta hasta çocuğumla gittik o hastaneye, Meşrutiyet'te oturuyoruz." Oğlunun zafiyet geçirdiğini öğrenen Şükran hanım evin geçimine katkı sağlamak için eşinden gizli olarak terzilik yapmaya başlar. "Tam sekiz sene gizli dikiş diktim. (Eşimin) Arkadaşları derlermiş ki, 'Yahu biz borç içindeyiz, sen nasıl borçlanmıyorsun?' 'Benim karım akıllıdır, o beni idare eder' diyormuş. Ama bilmiyordu dikiş diktiğimi." Şükran hanım birkaç sene sonra da bir kooperatife girer. Onun taksitlerini ödemeye başlar. "Bir gün kapı çalıyor. Ben de evde iki arkadaşım var, onlara prova yapıyorum. Çok korktum 'Eyvah yakalandım' diye. Salona girdim , meğerse babasının ölüm haberi gelmiş, hüngür hüngür ağlıyordu... Bizi gördü, tabii... Kalktı dedi ki, 'Ben ne aptal insanmışım, sen hayatında bizi ihya etmişsin.' Ayaklarıma kapanıyor, 'Öptürmem' diyorum, 'Öpücem, ne iyi insanmışsın' diyor... Ondan sonra da (dikişi) bıraktım, maaşımız arttı. Hayatımız böyle geçti." Ankara'ya geldiklerinde henüz 4-5 yaşlarında olan oğlu Soner büyür ve Ortadoğu Teknik Üriversitesi'nde okumaya karar verir. "İlk açılışında Ortadoğu'ya (ODTÜ) girdi, ilk mezunlarındandır. Askerliğini yaptı, karayollarında çalıştı altı ay. Vehbi Koç istedi, fakat onu istemedi. Evlenme çağı geldi. 'Ben zengin kızı almam, ben zengin kahrı çekmem' diyordu. Ondan sonra işte Almanya'ya gitti, üç sene kaldı. Yazları geliyordu, çatı katı almıştım ona . 1969 yılında evlendi. Bu arada Yüksek Seçim Kurulu başkanı oldu eşim. İşte, '72'de tekaüt olduk, '78'de İstanbul'a geldik." 1986 yılında eşini kaybeder. Şükran Özden o tarihten bu yana İstanbul Beşiktaş'taki evinde refakatçisiyle birlikte yaşıyor.

"Tangolar vardı, çarliston vardı, çok güzel yapardım. O zamanlar babamdan on lira geliyor bana aylık masraf parası, bir lirasını kullanmışım, baloya davetliyim. Tabii çok güzel tuvaletim var. E, tabii ben dikmiştim. Ama ayakkabım mektep ayakkabısı. Cebimde dokuz lirayla, Atlas diye meşhur bir ayakkabıcı vardı, oraya gittim. Yeni topuklar çıkmış böyle, incecik, ondan birini beğeniyorum, on liraya. Diyorum ki 'Benim param yok, dokuz liram var', 'Olsun' diyorl, veriyorlar bana onu. Neyse, geceleyin gidiyoruz Atatürk'ün köşkünün orda, işte nişan takılıyor falan. İsmet Paşa'yla Atatürk de içerde. Orada salonda oturuyorlar, bu tarafta da herkes dans ediyor falan. Konya milletvekiliymiş, bir adamcağız geldi beni (dansa) kaldırdı, oradan buradan derken, topuğum kırıldı. Takıldı bir yere, kırıldı."

Kaynak kişi önerilerinizi ve maddi desteklerinizi bekliyoruz.
Telefon: (0212) 327 86 58
Faks: (0212) 227 37 32
e-posta:tbct@tarihvakfi.org.tr

Proje danışmanları: Doç. Dr. Aynur İlyasoğlu,
Doç. Dr. Esra Danacıoğlu
Görüşmeyi gerçekleştiren: Hakan Koçak
Deşifre / redaksiyon: Sevil Üzrek
Görüntü kaydı: Tamer Üstel
Yayına hazırlayan: Tuba Çameli


www.tarihvakfi.org.tr