Pazar Merhaba... Ben Çelik... Tarumar Çelik...

Merhaba... Ben Çelik... Tarumar Çelik...

23.10.2005 - 00:00 | Son Güncellenme:

Uzaktan izlediğimiz teknolojik atılıma katkımız, ithal robotla resim çektirmek ya da bilgisayar ekranı üzerine dantela örtmekle sınırlı kaldı. Belki de her insanı robota dönüştüren bir çağın ve o çağı ıskalamış olmanın ıstırabını, robotu kendimize benzeterek hafifletiyoruz

Merhaba... Ben Çelik... Tarumar Çelik...

can.dundar@e-kolay.net "Biz senin gerçek annen baban değiliz. Seni bebekken bahçede bulduk. Yanında da yeşil bir taş vardı." Sonra annesi, yıllar yılı bir battaniyeye sarılı halde sakladığı yeşil taşı veriyor.Tayfun şaşırıyor tabii biraz...Ama ne yapsın, "Gideyim bari buralardan" diyor, ebeveyninin elini öpüyor. Yeşil taşı alıp yola koyuluyor.Başörtülü annesi, ardından gözyaşı döküp dualar ediyor.Tayfun yeşil taşı mahallenin mağarasına atınca "pof" diye gerçek "süper" babası çıkıyor ortaya... Ona bir başka gezegenden geldiklerini anlatıyor.Ve Tayfun uçuşa geçip kötülerle mücadeleye başlıyor.. Yıllar önce bir "Yerli Süpermen" filmi izlemiştim. İri kıyım bir delikanlı -filmdeki adı Tayfun'du galiba- gecekonduda yaşlı ana babasıyla oturuyor ve sanırım gazetecilik okuyor. Bir gün okuldan eve geldiğinde annesi "Baban çok hasta" haberini veriyor. Babası yatağından doğrulup Tayfun'a tarihi gerçeği açıklıyor: Milliyet'in 1'inci sayfasında çıkan Yurttaş Tümer imzalı fotoğraf bu filmi hatırlattı bana...Reklam kahramanımız "Robot Çelik", başörtülü iki hanımla el ele fotoğraf çektiriyor. Mehmet Gündem'in haberinden öğreniyoruz ki Sultanahmet Meydanı'nda Çelik'le ramazan hatırası çektirebilmek için kuyruk olmuş millet... "Hayırlı iftarlar Çelik" Buradan bir Cem Yılmaz parodisi çıkarmak mümkün...Ama "Hadi canım" dedirten buluşmalar bununla sınırlı değil...Aynı günlerde Ankara Garaj Rock Bar'da düzenlenen "Ankarock" etkinliğinde heavy metal çalan ağır rock'çılar buluşuyor. Sahne önünde kafa sallayan gençler "trash" müzik yapan Arcane sahneye çıkınca tam coşuyorlar. O sırada hoparlörden Atatürk'ün sesi duyuluyor. Ve Arcane, 10'uncu yıl nutku ile başlıyor konserine...Dinleyicilerin nutku tutuluyor.Sonra "trash" devam ediyor. "Atarock" Aynı saatlerde Yedikule Zindanları'nda İslamcı hiphop grubu Native Deen'in konseri var. Cat Stevens namlı ünlü bir popçuyken İslam'a dönüp müziği bırakan, yıllar sonra yeniden gitarıyla barışan Yusuf İslam da sahnede... Hiphop ritimleriyle çılgınca eğlenen türbanlı kızlar, konserden sonra ramazan çadırlarını gezen İslam'a yeni albümünü imzalatmak için birbiriyle yarışıyor.Modernle gelenekselin karşılaşmasından eşsiz manzaralar doğuyor. Benzerlerine her yerde rastlıyoruz:Başörtü defilesinde janjanlı uzay kıyafetleri... Kilo vermek için oruç tutan sosyetik dilberler..."Orucu cima ile açsak günah yazılır mı?" diye soran müminler... Onlara cevap yetiştiren magazinden sorumlu din alimleri... Başı dönüp de düşmesin diye Süpermen'e kurşun döken nineler...Fosforlu seccadeler... Dijital tespihler... Nazar boncuklu gökdelenler... İslam hayranlığı Bu manzaraya bakıp bir "kültürel aşureleşme"den söz edilebilir. Sanayi devrimi yapamadık. Yapanlardan hazır aldık. Uzaktan izlediğimiz teknolojik atılıma katkımız, ithal robotla resim çektirmek ya da bilgisayar ekranı üzerine dantela örtmekle sınırlı kaldı. Belki de her insanı robota dönüştüren bir çağın ve o çağı ıskalamış olmanın ıstırabını, robotu kendimize benzeterek hafifletiyoruz. Emniyet kemerinden çok, kamyonun aynasına astığımız tespihe güveniyoruz. Kültürel aşureleşme Geçiş dönemi toplumlarına özgü bu karmaşadan taklide gelmez, komik, arabesk manzaralar doğuyor.Mehmet Gündem buna "taşra panayırı" diyor. Evet, eski asude estetikten eser yok bu garabette...Lakin bir de şöyle bakalım:Herkesin kendi kültürel gettosunda birbirine değmeden yaşadığı, bir "federasyon"dan daha iyi değil mi bu buluşma?Beyoğlu'na hırpanilerin sokulmadığı ya da kravatlıların Fatih'te yadırgandığı devirler geride kaldı. Tektip, steril kültür anlayışı çöktü.Taşra kente göçtü. Erkekler şalvarları, kadınlar başörtüleriyle sokağa çıktı. Para el değiştirdi. Karşılaşma alanları çoğaldı. Taşra panayırı? Artık mümin sadece camide, laik Anıtkabir'de, rock'çı diskotekte değil; herkes her yerde... Köylü köyünde tutulamayınca kent için tasarlanmış modern kimliklere taşranın kokusu sindi.Ama bu arada taşra da modernle tanıştı. Robotla el ele resim çektirdi. Evlendi, stüdyoda Dubai fonu önünde poz verdi. Bu arada koyu taassubundan sıyrıldı. Keskin önyargılarını, radikal inançlarını törpüleyip ehlileştirdi. Moda deyimiyle "laytlaştı"... Şimdi hem bekaret cinayetleri artıyor hem zar diktirme ameliyatları...Hem oruç hem fuhuş...Avrupa'da yüzyıllara yayılan bir süreci kısa yoldan halletme telaşında eklektik, garip bir ucube yarattık.Ama hayra yorarsak, bu süreçte karşılıklı keskinlikleri törpülemek ve bu kaostan, bir yaratıcılık doğurmak da mümkün... "Robot Çelik'in Sultanahmet hatırası" fotoğrafı, o yaratıcılığın iyi örneklerinden biriydi bence... Kültürel deprem "Bu horonu bana lütfeder misiniz?" başlıklı bir yazı yazdım geçen perşembe...CHP sözcüsü Onur Öymen'in, "Başbakan eşini dansa kaldırabilir mi?" eleştirisine değindim.Devrimin kültür enjeksiyonunun ekonomik altyapıdan yoksun kaldığı için göstermelik bir baloya dönüştüğünden yakındım.Başbakanın eleştiriye karşılık verirken "Gelin horon tepelim" demesi de bu tepkinin sonucuydu zaten...Onur Öymen aradı.Yazıdaki görüşlere hak verdiğini, ancak dans meselesindeki görüşlerinin eksik yansıtıldığını söyledi. "Ben sadece 'Başbakan eşiyle dans edebilir mi?' demedim. 'CHP gerici, AKP ilerici' diyen kesimlerin Atatürk'ün kadın-erkek eşitliği, medeni kanunu getiren büyük sosyal reformlarını ihmal ettiğine değindim. Bunlara bakınca 21'inci yüzyılda eşini dansa kaldırmayı günah sayan bir zihniyetle yönetilmemizin ciddi bir durum olduğunu söyledim. Ancak ilk bölüm yansıtılmayınca dans, ilericiliğin ölçüsü gibi yansıtıldı" dedi.Bu açıklamayla dans meselesine son veriyoruz. Şu dans meselesi Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç aradı geçen hafta...Yazdığım eleştirel yazılara sitem edecek sandım. Ama o "Tebrik ederim" diye girdi söze... Neyi tebrik ettiğini anlayamadım başta..."Bakanlığım bir eserinizin yabancı dillere çevrilmesine destek kararı aldı" dedi."Ne eseri, hangi dile?" diye soramadan kapattı.Doğrusu korkarım böyle şeylerden...Devletin desteği de kösteği kadar sıkıntı yaratabilir bazen... Durduk yerde husumet çekersiniz üzerinize...Nitekim öyle oldu. İşin aslını öğrenemeden "Nasıl olur? Niye bunlar" sesleri duyuldu. O yüzden burada işin aslını anlatayım istedim.Kültür Bakanlığı bir süre önce yayıncıları Ankara'ya davet edip Türk Edebiyatını Dışarı Açma (TEDA) projesi başlattı. Bir Türk yazarının eserini başka bir dilde, başka bir ülkede yayınlayacak yabancı yayınevlerine destek verilecekti.Bunun üzerine bazı yayınevleri başvurdu.İlk çevrilecek 19 eser arasında mesela Orhan Pamuk'un "Benim Adım Kırmızı"sı var; Romanya'da basılacak. Orhan Kemal'in "Avare Yıllar"ına bir Yunan yayıncısı talip olmuş. Perihan Mağden "İki Genç Kızın Romanı" ile İngiltere'ye ulaşacak. Nazlı Eray Amerika'da, Mario Levi İtalya'da, Ahmet Ümit Fransa'da okunacak.Listede ben de Sarı Zeybek'le yer alıyorum. Şu farkla ki, benim kitabım zaten geçen yıl Ethnic Publishing House tarafından Çin'de, Çince ve Uygurca yayımlanmıştı. Yayınevi, destek programında "tanıtım ve dağıtım" kalemi de bulunduğunu fark edip bunlar için başvurmuş ve küçük bir destek almış.Görüldüğü gibi yazarlar bütün bu sürecin tamamen dışındalar.O yüzden "Neden sen?" sorusunun muhatabı ben değilim. Bu vesileyle "Çin'de milyonda bir kişi kitabını alsa köşeyi dönersin" diyen dostlara da bir acı gerçeği bildireyim:Pekin uluslararası telif sözleşmesine taraf olmadığı için kitabımın ne kadar bastığını ya da sattığını bilmediğim gibi telif de alamıyorum.Çin'de kitap satıp köşeyi dönmüş değilim yani... Düşünün, her Çinli bir kitap alsa! Uçakla Elazığ'a indim. Maden Dağı'nı sağıma alıp Fırat'ı geçtim. Malatya'ya vardım.Bir üniversite otobüsünün içindeydim. Otobüste beni karşılamaya gelmiş onlarca öğrenci vardı. Nasıl tarifsiz bir coşkuyla karşıladılar, yol boyu sorular sordular, dinlediler, anlattılar, şiirler, türküler, marşlar okudular bilemezsiniz; yol, hiç bitmesin istedik.Fırat'ı geçerken yolun karşısında dize gelmiş Maden Dağı'nın öyküsünü anlattı içlerinden biri:"Dağ öyle zorluymuş ki delememiş yol işçileri... Atatürk'e 'Yol açılamıyor' diye haber göndermişler. Atatürk'ten şu mesaj gelmiş: 'Her gün gerekirse bir misket büyüklüğünde taş sökün, o dağı aşın'".Ve aşılmış dağ...Şimdi o yoldan geçenler yeni dağları aşmaya çalışıyor aynı coğrafyada, aynı anlayışla...Atatürkçü Düşünce Topluluğu üyeleri...Pırıl pırıl yüzler, yüreklerle "Her gün bir insan kazansak sonunda aşarız bağnazlık duvarlarını" diyorlar.Üniversitenin başında onlara inanan, yollarını açan bir rektör var.Prof. Fatih Hilmioğlu...İnönü Üniversitesi'nde geçirdiğim bir gün inancımı tazeledi; ülkeye... gençliğe... geleceğe...Varolsunlar! Malatya'da bir gün