Pazar “Ödül aldım diye kimse yeni film için para vermedi”

“Ödül aldım diye kimse yeni film için para vermedi”

26.09.2010 - 01:00 | Son Güncellenme:

Avrupa’nın en önemli sinema festivallerinden Venedik’te “Çoğunluk” filmiyle Geleceğin Aslanı ödülü kazanan Seren Yüce: “Oraya gitmek bile başarıydı zaten. İyi film olduğunu bize hissettirdiler. Ödül beklemiyorduk desem yalan olur. Ama bunu kazandık diye de kimse cebine para koyup yeni bir film yapalım diye gelmedi.”

“Ödül aldım diye kimse yeni film için para vermedi”

İstanbullu, orta sınıf bir aile. Baba müteahhit, kendisi gibi düşünmeyen hiç kimseye zırnık kadar tahammülü yok. O “çoğunluğun” sesi ve sırf bu yüzden zulmetmeye hakkı olduğunu düşünüyor. Kendinden olmayanı kovmayı, ona sövmeyi marifet biliyor. Böyle bir babanın yetiştirdiği çocuk Mertkan. Birdenbire “ötekiler”le karşılaşıyor hayatta... Peri masalı değil bu, gerçek hayat. Ne adalet kazanıyor ne de vicdan.
Anlattığım hikaye, Venedik Film Festivali’nde Geleceğin Aslanı ödülünü alan “Çoğunluk”un senaryosu. Baba-oğulu Settar Tanrıöğen ve Bartu Küçükçağlayan’ın -olağanüstü- oynadıkları “Çoğunluk”, 15 Ekim’de vizyona girecek.
Filmin senaristi ve yönetmeni Seren Yüce, arkeoloji mezunu bir sinemacı. Dizilerde çalıştı; Yeşim Ustaoğlu, Fatih Akın ve Özer Kızıltan’ın yardımcı yönetmenliğini yaptı. İlk filmiyle de Venedik’teki sinema otoritelerinin ona zar atmasını sağladı.
Kendisi de söylüyor, konuşmayı pek sevmiyor. Bir önceki gece film için yaptıkları kutlamanın yorgunluğu da eklenince söyleşi onun için pek zevkli bir aktivite olmadı. Kendini pelikülde anlatmayı tercih etse de, Seren Yüce’nin ağzından hikayesini okuyacaksınız.


“Çoğunluk”tan söz edeceğiz ama önce sizin filminizi başa saralım. Hikayeniz nerede, nasıl başlıyor?
Yeşilköy’de büyüdüm, teyzem Bahçelievler’de oturduğu için orada da çok yaşadım. 1975’liyim. Çok sessiz sakin, içine kapanık bir çocuktum. Hâlâ da öyleyim. Hep böyle optimum bir adamdım. 5’ten şaşma, 6’yı aşma tipi... Genelde etrafımdaki insanlar konuşmamamdan şikayetçiler. Film de belki o yüzden sessiz sakin bir film.

Sinema nasıl girdi hayatınıza?
David Lynch’in “Wild at Heart” (“Vahşi Duygular”) filmiyle girdi diyebilirim. Çocukken de sinemada bir-iki film seyretmiştim ama ilk “sinema kafası”yla seyredip “Vay be” dediğim film oydu. David Lynch’e özel bir hayranlığım var, filmlerini her zaman çok anlamasam da! Öyle her filmi seyretmiş bir sinema izleyicisi de değilim. Sinemayla alakası olmayıp benden 500 kat fazla film seyretmiş adamlarla da karşılaştım hayatta. Ama hep sinema okumak istedim. Pek parlak bir öğrenci değildim, sinema bölümünü kazanamadım. Arkeoloji okudum, bitirir bitirmez de yönetmen asistanı olarak çalışmaya başladım.

Sinema bölümünü kazanamayınca “Eyvah, olmayacak” paniğine kapıldınız mı?
Hayır. Abimin reklam çeken yakın arkadaşları vardı. Oradan işin içine girmem kolay oldu, biraz torpilli girdim. Reklamla başladım, sonra dizilere geçtim. “Bir İstanbul Masalı”, “Beyaz Gelincik”... Hep yönetmen yardımcılığı yaptım, başka hiçbir şey yapmadım. Anlatacak bir şeylerim olsun istiyordum. Bir de konuşarak kendimi iyi ifade edemediğimden, belki sinemayla anlatabileceğimi düşündüm.

“Aylarca iş bulamadım, karamsarlık başladı”

Ve hep bir gün kendi filminizi çekmek hayaliyle yaşadınız.
Hep kafamın bir köşesinde vardı. Çoğu zaman da kendi kendime sordum: “Ulan, olacak mı hakikaten?” Öyle pis bir iş ki bu, hayatında büyük boşluklar oluyor çoğu zaman. İş bulamayıp aylarca oturuyorsun. İnsanı karamsarlığa sürüklüyor. Cepten yiyorsun, annenden babandan para alıyorsun. Onlar bir süre sonra sormaya başlıyorlar: “Nereye gidiyor bu iş?” Oturup babamın yanında gümrük işinde çalıştığımı da hatırlıyorum.

Senaryonuzu koltuğunuzun altına alıp kapı kapı dolaşmadınız mı?
Bir-iki kere oldu. Ama sinema filmi değil de dizi senaryosuydu. Sonuç tabii ki sıfır! “Çoğunluk”un olması ise yapımcı Yeni Sinemacılar sayesinde. “Takva”da birlikte çalışmıştık, benden bir beklentileri vardı. Buralara kadar geldik.

“Çoğunluk”un hikayesi nasıl doğdu?
Bir anda karar verip yazmadım. Sinema yapmak istediğimden beri ayrımcılık, ötekileştirme mevzularına el atma derdindeydim. Dört-beş sene öncesinde de, herhalde yaşla alakalı, hayata karşı uyanış gibi bir şey oldu. Uyanış komik oluyor galiba, farkındalık diyelim. Ayrımcılık, baskı, yok sayma, kendini üstün görme... Dışarıdan kendine bakamadığın sürece orada duruyor bunlar. Sinsi sinsi onlarla birlikte yaşıyorsun. Bu farkındalıkla beraber bu filmin hikayesi kafamda oluşmaya başladı. Biraz da o yaşlardaki halimden, arkadaşlardan, çevremden,
o tecrübelerden fikirler çalarak böyle bir senaryo çıktı ortaya.

Tamamlamanız ne kadar sürdü?
2007 içerisinde yazmaya başladım. “Haydi bugün başlıyorum” olmuyor senaryo yazarken. Öncesinde fikirleri toplayıp onları bir süzgeçten geçirme aşaması var. 2008’in başında bitti. Hemen çekemedik tabii. Malum, para işlerini bekledik, bekledik, bekledik... 2009’un sonuna doğru para bulunca başladık.


“Belki de bir bebekten katil bu filmdeki gibi oluyordur”
Kadroyu nasıl oluşturdunuz?
Bir kere Settar abi (Tanrıöğen), kesin Settar abiydi. Yazarken kimseyi düşünmedim ama hikayeyi bir finale ulaştırdıktan sonra baba rolü onunla eşleşti. Bartu (Küçükçağlayan) da aklımın bir köşesinde duruyordu ama Mertkan’ın yaşına göre büyüktü. İlk başta Bartu’yla konuşmadım, oyuncu olmayan birine bu rolü verme derdim vardı. Dizi ve tiyatro yapan, o sistemi bünyesine geçirmiş oyuncularla çalışmak zor geliyordu. İşi bilmeyen biriyle daha iyi olacağını düşündüm. Ama bu da pek kolay değil. Yine Bartu’ya geldi rol.

Bana öyle geliyor ki bu filmdeki baba-oğul Tophane’de galerileri basanlar arasında olabilirdi.
Bilmem, yaparlardı belki de. Ama Mertkan kimseyi dövemezdi, o suça susarak ortak olabilir.

Mertkan, Rakel Dink’in “Bir bebekten bir katil yaratmak” sözünü de akla getiren bir karakter...Yazdıktan sonra aklıma sıklıkla geldi. Belki de filmin fikri budur. Ayrımcılık ya da ötekini reddetme, bizim elimize tutuşturulan bir durum olamaz. İnsanlar mutsuz ve bu kadar kötülük çıkıyor ortaya. Belki de bir bebekten katil böyle oluyordur.


“Bu film için hayatımın sonuna kadar tebrik edilmeyeceğim”
Filmin çok yerel, çok Türkiye’ye dair kodları var. Venedik’te nasıl bir karşılık buldu?
Filmin bir başarısı varsa o da burada... Anlattığım, Türkiye’ye has bir sorun değil. Amerika’da da, Avrupa’da da, Asya’da da aynı sorun var. Dünyanın çoğunluğunun meselesi bu. Beni en çok sevindiren, oradaki seyirciye doğru bir şekilde geçmesi oldu. Kimse Türklere mal etmedi hikayeyi.

Venedik’e ödül beklentisiyle mi gittiniz?
İnsan bekliyor sonuçta. Oraya gittiğimiz andan itibaren iyi bir film olduğunu bize hissettirdiler. Venedik’e gitmek bile film adına başarıydı zaten. Beklemiyorduk desem yalan olur ama “Gittik, aldık, geldik” gibi bir durum da olmadı.

Ödül hayatınızda bir şey değiştirdi mi?
Herkes çok heyecanlı, tebrik ediyorlar. Tabii ki bu bir süre sonra bitecek, bir tane film yaptım diye hayatımın sonuna kadar tebrik edilecek değilim. Ödülün en büyük avantajı bir sonraki film için -ümit ediyorum ki- bir kapı açması. Şu ana kadar kimse cebinde parasıyla gelmedi bana ama kesinlikle rahatlatıyor.