Pazar "Selin'in ve medyanın beni sevme sebebi aynı"

"Selin'in ve medyanın beni sevme sebebi aynı"

17.08.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:

"Selin'in ve medyanın beni sevme sebebi aynı"

Selinin ve medyanın beni sevme sebebi aynı





Melissa Çakarlar ile röportaj yapmaya neden gittiğimi evindeyken bile hâlâ bilmiyordum. O kadar gereksiz, o kadar münasebetsiz bir röportajdı ki artık tam da bu yüzden gerekli olmuştu. Genç bir kız sırf bazen birtakım ünlü kızlarla, mesela özellikle Selin Toktay ile barlara gidiyor, dans ediyor diye medyatize olmuştu ve ben de şimdi onunla görüşmek için Boğaz sırtlarına tırmanıyordum. Salonuna girdiğimizde birbirimize bakışımızdaki absürdite, anlamsızlık, bu röportajı yapmayı iyice ister hale getirdi beni. Aslında Melissa'nın medyatikliği anlaşılır bir durum. Türk medyası erkek ideolojisinin bir yeniden üretim alanı ve erkekler, anlamı her ne olursa olsun, kadınların kadınlarla ilişkisini hem tehditkar hem de cazip bulur. Ve bu tehdit ve cazibenin dozu birbiriyle orantılı olarak artar. Melissa'da da öyle oldu herhalde.
Melissa da şaşırıyor bu şöhrete, kendisine ilişkin yapılan haberlere. Taşrasında kız kıza dans etmenin adetten, hatta adabı muaşeretten olduğu bir ülkede neden bu ilgi?
Herhalde şundan: Ağzında purosu, kendine yakıştırdığı fötr şapkası ile Etiler-Bodrum hattında bir George Sand parodisi olarak gidip gelen bu genç kız kim? Bu imge içten gelen, bastırılamayan bir şey mi; değilse, tasarlanmış, inşa edilmiş bir proje, bir şıklık mı?
Ama Melissa ile daha çok başka şeylerden konuştuk.


1995'te New York'a taşındım. Mastırımı yapmak için New York Üniversite'sinde, iletişim sanatı branşında... Marmara Üniversitesi'nden mezun olmuştum. Sonra bir sene ne yapacağımı düşünmüştüm. Mastırımı bitirdikten sonra Ridley Scott Association diye bir şirkette stajyer olarak çalışmaya başladım.

Evet. Orada baktılar ki bir Türk gelmiş, hem de çok çalışkan, beni hemen setlere aldılar. Önce getir-götür işlerini yaptırdılar, bilumum ayak işleri. Derken birkaç ay sonra, önce prodüksiyon koordinatörü, ondan sonra prodüksiyon menajeri ve sonra da "producer" olarak aynı şirkette devam ettim bir, bir-buçuk yıl kadar. Normalde bu kariyer Amerikalılar için daha uzun sürede mümkün oluyor.

Sanırım benim background'um da biraz etkili oldu.

Hayır, çalışkanlığım. Daha sonra Sussan Group diye başka bir şirkete tayin oldum. Daha iyi bir pozisyonla. Bir-iki sene de orada çalıştıktan sonra dedim ki, artık New York yeter. Çünkü New York çok yorucu bir şehir. Evet, tatil için, bir-iki sene için muhteşem bir şehir, herkese yaşamasını tavsiye ederim. Ülkemi de özlemiştim. Ben idealist, "Ülkem, ülkem" tarafı olan bir kişiyimdir. Geldim Türkiye'ye. Biraz iş bakındıktan sonra Abdullah Oğuz ile karşılaştım ve ANS'de çalışmaya başladım. "Asmalı Konak"ın New York'ta çekilen kısmının prodüksiyonunu yaptım. Buraya geldiğimde Türkiye'de prodüksiyon işi biraz babadan oğula geçtiği, çevreyle alakalı olduğu, New York'ta alıştığım gibi organize bir durum olmadığı, işler ense-kol yürüdüğü için birazcık bırakmaya karar verdim. New York'ta birkaç milyon dolarlık projelerde çalıştıktan sonra açıkçası buradaki tarz beni çok yordu. Sonra marka yönetimi yapan küçük bir şirkete girdim. Tam orada çalışmaya başlamışken British American Tobacco'dan bir teklif geldi. Şimdi bu firmada tüketici ilişkilerinde çalışıyorum.

"Ben de kendi çapımda bir ortadireğim aslında"

Açıkçası bu çok göreceli bir kavram. Sadece burjuva olduğumu düşünmüyorum. Ben de bir ortadireğim kendi çapımda. Bakıyorum da çevremdeki 15-16 yaşlarındaki gençlerin arabalarına, evlerine, ben öyle değilim. Belli bir standartta olduğum doğru. Açıkçası ortada çok büyük bir adaletsizlik var ve bazen bundan çok rahatsız olduğumu hissediyorum. Bu özellikle taksiye bindiğim sırada oluyor. O taksi şoförlerinin yorumları tam bir "reality check" (gerçeklik kontrolü) gibi. O zaman anlaşılıyor insanların nasıl baktığı. Çok enteresan bir olay. Havaalanından dönüyordum, bir taksiye bindim. O gece Tarkan'ın tanıtımı yapılıyordu Reina'da. Acayip bir trafik vardı sahilde. Taksi şoförü "Şu hale bak, şunlara bak" diye bayağı kötü söyleniyor. Ben de pek yorum yapmıyorum. "Nerede oturuyorsunuz?" dedim. "Eyüp'te, ben çocuklarıma 350 milyon aylıkla bir şey alamıyorum, bunlar bir gecede ne paralar harcıyorlar" diye bizim halkın klasik eleştirilerini yaptı. O zaman anlaşılıyor ki orada bir kesim "creme de la creme" yaşıyor, başka bir kesim de ayın sonunu nasıl getireceğini düşünüyor. Ama acaba hangi kesim mutlu?

Belki fakirler çok mutlu olduklarının farkında değil ama öteki çok zengin yaşayan kesim de çok mutlu değil.

Bir doyumsuzluk herhalde. Belki de ellerinde her şeyin olmasının verdiği bir tatminsizlik. Mutlu olduklarını anlayamıyorlar, doğru düzgün yaşayamıyorlar. "Kim ne dedi, ne yaptı, ne giydi?" Bunlara bağlanmaktan hayatın gerçeklerinden uzaklaşıyorlar. Bence asıl kavram insanın çok parasının olması değil, çok mutlu olmasıdır. İnsan çok mutlu olmanın peşinden gitmektense çok para kazanmanın peşinden gittiği zaman bence orada kaybediyor birazcık.

İnsanlar kendilerini gerçekten ne mutlu ediyorsa onu yapmalılar. Eğer Reina'ya, Laila'ya gitmek mutlu ediyorsa, beni ediyor. Ben de gitmekten çok zevk alıyorum ama her şeyin tadında kıvamında olmasından yanayım. Eğer adam gerçekten Reina'nın, Laila'nın mutluluk olduğunu düşünüyorsa buna saygı duyarım. Ama bence sadece Reina'da, Laila'da değil mutluluk. Başka arayışlar da olmalı hayatlarında.

Bence pek yaygın değil. Ama parası çok olsa da fazla gösterişe kaçmadan yaşayan düzgün insanlar da bulunuyor çevremizde. Ama paraları etrafa savuranların biraz daha dikkat etmesi gerekiyor.

"Bizim kesimde yeni statü göstergesi, 16 yaşındaki çocuğa Porsche almak"

Sosyal çevrelerde. Aynı yerlere gidiyorlar. Anne-babalar arkadaşsa, çocukları da arkadaş oluyor. İşçi dediğiniz kesimin de bir sosyal hayatı oluyor, öteki kesimin de. Arkadaşın arkadaşı diye yayılıyor. Gidilen yerler farklı. Yaz geldi mi, bir kesim denize Kilyos'a, Riva'ya; başka bir kesim Bodrum'a, Çeşme'ye gidiyor. Sonuçta onlar da aynı denize giriyor ama farklı yerlerde. Biz Parkorman'a, onlar Belgrad Ormanı'na gidiyor. Doyum aynı; biri daha fazla, biri daha az para harcıyor.

Kendilerine aldıklarından çok 16 yaşındaki çocuklarının altına çektikleri Porsche otomobil mesela.

Enteresan bir şey söyleyeyim: Ben çok utangaç biriyim. Sanırım savunma mekanizması olarak da böyle dışadönük bir tarz geliştirdim utangaçlığım belli olmasın diye. Bir de ben içimle barışığım. İnsanlar bunu hissediyorlar sanırım. Verici bir insanım sevgi açısından.

Bence Türk örf ve adetleriyle ilgili. Ataerkil bir toplumuz. Şimdi eğitim düzeyi geliştikçe kadınlar kendi ayakları üzerinde duruyor, bir erkeğin desteğine ihtiyacı olmadan istediklerini yapabiliyorlar. Kadınlar bu magazinciler yüzünden hangi erkek arkadaşlarıyla çıksalar sevgilisiymiş gibi gösterildiği için kız kıza çıkmayı tercih ediyorlar.

Puroyu çok seviyorum. Saçlarım bazen güzel olmuyor, şapkayla çıkıyorum. Gözlüğümü geçiriyorum. Türkiye'de bizim kadınlarımız ekstra bakımlıdır. Ben öyle değilim, daha "wash and go" (yıka ve çık) tarzını seviyorum. Topuklu ayakkabıyı, makyajı sevmiyorum. Utangaçlıkla alakalı galiba. Fazla dikkat çekmeyi sevmiyorum ama bu sefer de daha çok dikkat çekiyorum.

Abartılı hiçbir şey söz konusu değil bu olaylarda. Deşarj olmak için çıkıyoruz dışarı ama yazıldığı gibi abuk sabuk şeyler yapmadım ben barlarda. Beraber dans etmedik bile neredeyse Selin ile.

Birçok insan gibi o da beni birey olduğum için seviyor. Medyanın benimle ilgilenmesi de bundan.