Pazar Tartışmalı bir liste

Tartışmalı bir liste

29.01.2008 - 00:00 | Son Güncellenme:

UNESCO'nun Dünya Mirası Listesi'ne girmek için ihtiraslı davranmayı pek anlamıyorum. Korumanın ve gözetimin iyisini UNESCO değil, ancak her ülke kendisi yapabilir

Tartışmalı bir liste

Avusturya gibi yerler geniş bölgeleri listeye aldırmışlar; bütün Viyana'nın tarihi merkezi gibi. Fransa'da böyle bölgeler ve abideler bitmiyor, Almanya'nınki herkesinkinden uzun, hatta Hindistan'ı ve Yunanistan'ı da solluyor. Türkiye'nin listesi bırakınız İtalya ve Almanya ile eşit olmayı, adeta orta dereceli bir tarihi ülke görünümü verecek kadar kısa.Bu gibi listelerin hazırlanışı yüzeyseldir ve çoğu kere UNESCO bürokrasisi içinde iddialı olan fakat az bilen kişiler tarafından hazırlanır. Genellikle başvuran ülkenin de bürokratları mukayeselere başvurarak bu konularda tartışma ve pazarlık yapacak kadar miras listesi üzerinde bilgili değildirler. UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne baktığınız zaman sonsuz bir kalabalık gözünüze çarpar. Zaten bu listedeki abideleri ve koruma altına alınan bölgeleri, isim ve resmiyle tarif eden kitaplar rafları doldurmaya başladı. Sabırla tetkik ettiğiniz zaman bazı dengesizliklerle karşılaşıyorsunuz. Mesela, İspanya listesi çok uzun, Yunanistan listesi de uzun ama Suriye bunlar kadar değil. Oysa Suriye bu; beşeriyet tarihinin her adımı orada ifadesini buluyor. Bazı ülkeler Türkiye gibi bu listeye girmeye istekli olduğu halde fazla yer alamazlar; bazıları da İsrail gibi elalemi işine karıştırmak istemediği için listeyi dar tutarlar. Tabii çevrelerin korunmasına dikkat edenler yanında, içteki imar yolsuzluklarına karşı UNESCO korumasını kalkan yapmaya çalışanlar vardır. En yaygın eğilim ve endişe budur. Şahsen UNESCO'nun Dünya Mirası Listesi'ne girmek için bu kadar ihtiraslı davranmayı pek anlamam. Zaten UNESCO'nun koruma listesine aldığı yerlere adilane bir yardım yapmadığı da çok açıktır. Gülünçtür ama doğrudur, Akdeniz Avrupa'sı ülkelerinin iktisadi vaziyeti ve tarihsel koruma şuuru çok daha zengin ve ananeye dayandığı halde halen üçüncü dünya ülkelerinden daha fazla yardım alıyorlar.Bu yardımların yüzde 100 isabetle kullanıldığı gibi bir kuruntuya da kapılmayalım. Bizim tarihimiz için de çok mühim olan ve her karışının korunmasını canı gönülden arzu ettiğimiz Adriyatik kraliçesi Venedik'in durumu bunun çarpıcı bir örneğidir. Yapılanlar, yapılması gerekenin yanında nerdeyse devenin kulağıdır. UNESCO mirasından ne aldıklarını bilmiyorum ama kanaldaki ünlü altın ev (Casa d'oro) ben kendimi bildim bileli hep restore edilir. UNESCO'nun ayırdığı tahsisatın, özellikle uzak ülkelerde UNESCO görevlilerinin yüksek seyahat harcamaları ile tükendiği de bir gerçektir. Tavsiye ve tenkitlerinin ise her daim isabetli olduğunu söylemek de güçtür. Bütün bu yukarıda saydıklarımıza rağmen UNESCO listesinin özellikle taşı toprağı altın (!) olan İstanbul'daki imar yolsuzluklarını önlemekte koruyucu bir mekanizma teşkil edeceğini umarsınız. Oysa sert tenkitlere ve "Sizi listeden çıkarırız ha..." ihtarlarına rağmen UNESCO'nun şehri tanımadığı, uzman kadrolardan iyi yararlanmadığı açık. Gözlemcinin gözlediği yeri bilmesi ve sevmesi lazım. Bozdoğan Kemeri'ne yani Valens Aquaductus'una sırtını veren sözde ahşap kaplı binayı gören yok. Nemrut Dağı'nda senelerce Komogen krallarının mezarını kazmaya çalışan ve kendini Schliemann zanneden bir Hollandalı tip, her yere girdi çıktı ve UNESCO bu vakaya aldırış etmedi. İstanbul'da Balat-Fener civarında UNESCO ve Avrupa Birliği gibi kuruluşların müdahalesi şu an sadece arazi ve bina fiyatlarını artırmaya yarıyor. Hiç değilse silueti kurtarma konusunda ciddi teklifler yapılmış değil. Yardımlar adilane değil UNESCO banka değil, hayrat kapısı da olmadığı çok açık; bürokratlarının Türklerin İstanbul'uyla ve Anadolu kıtasıyla gerçekten bilgi birikimine dayalı ciddi ilgileri yok. Dış ilişkilerde başlıca düsturumuz olan "Acaba ne koparırız?" eğilimimizden vazgeçmemiz lazım çünkü bir şey koparamayız. Eğer tarihe ve mirasa karşı ciddi bir ilgimiz olsa; "UNESCO'yu falan boş verin, fazla da gürültü yapıyorlar ayakaltında dolaştırmayın" diyeceğiz. Ne yazık ki kendi tarihi çevremizi spekülatörlerden ve ihmalkarlardan kurtarmak için UNESCO'yu bir tedbir olarak görme durumundayız. Maalesef bugüne kadar İstanbul surları üzerindeki müdahaleleri üzerine kabul ettiğimiz bir uzlaşma dışında UNESCO ile olan ilişkilerde iyi bir intiba uyandırmadığımız açık. Bizim kendi uzmanlarımızın yazıp söyledikleri kaale alınmıyor; onun için maalesef yabancı kuruluşların müdahalesi ile birtakım yerleri korumak umudundayız. Yalnız esas çelişki de burada ortaya çıkıyor. Bazı hallerde UNESCO'lu koruyucuların da bilgisizliğine karşı başka korumalar gerekiyor. Türkiye UNESCO'nun kuruluştan beri üyesi, dünya mirası sözleşmesine 1983 yılında imza attı ve 1985 yılından itibaren İstanbul'un bazı tarihi alanları, Göreme Milli Parkı, Divriği Ulu Camii, Hattuşaş, Pamukkale gibi yerler listeye alındı. Mesela, Hattuşaş tesadüf bu ya müteveffa Alman kazıcı Prof. Neve'nin gayretleri ile iyi bir restorasyon ve koruma evresine girmişti; listeye giren her yer için aynı şeyi söylemek çok zor. Korumanın ve gözetimin iyisini UNESCO değil, ancak her ülke kendisi yapabilir. İyi intiba uyandırmadık 1978 yılıydı; İsmail Cem'le bir açık oturumda beraberdik. Doğrusu Türk bürokrasisi üzerinde yaptığımız tahlillerin birbiriyle bağdaşmadığı açıktı. Oradaki karşılaşma devam eden bir dostluğun başlangıcı olmadı. Seneler sonra kendisiyle bambaşka ortamlarda karşılaştık. Bu sefer başka bir iletişim biçimi ortaya çıkmıştı. Mizah tarafı olan insanla anlaşmak kolaydır. Bizdeki Amerikan eğitimlilerden bir farkı daha vardı; kıtanın Fransız diline ve kültürüne de sahipti. Reddi miras etmiyordu, hiç değilse bu ülkenin mirasına saygılıydı ve devamlı araştırıp öğreniyordu. Nitekim çocuklarına da bu şuuru devrettiği görülüyor. Dışişleri Bakanı olduktan sonra bazı önemli dış ziyaretlerde beni de başkalarıyla yemeğe çağırırdı. O sıralarda Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ve Bulgaristan Dışişleri Bakanı güzel Nadejda Mihailova ile çok sık görüşmeler yapıyorlardı. Avrupa merkezlerindeki diplomatlar söylüyordu; Balkanlar'da alışılmışın dışında, hem fizik hem zeka olarak egemen bir görünümü ortaya çıktı diye... Bu üç bakan zekiydi, zarifti, dünya görmüşlerdi, milli çıkarlar noktasında var olan inat ve bağlılıklarını gizlemeyi biliyorlardı. İsmail Cem bu yönüyle büyüyen Türkiye'nin dışişleri bakanı olmayı bildi.Genelde öbür dışişleri bakanlarımızın aksine bakanlığın diplomat kadrolarıyla çok iyi geçindiği söylenmezdi; ama galiba temel konularda uzlaşma virtüözce sağlanırdı. Bunu kendisi her zaman açıkça söylemiştir: "Türkiye'nin talihi işini bilen üslup sahibi diplomatlardır." İyi eğitim görmüş insanlardaki itidale sahipti. Uzun süren hastalığında panikten çok ümidi ve işini görmeyi seçtiği açıktı. Siyasette başarı için tecrübeli bir çevre gerekir. Türkiye sosyal demokrasisinde bu çevre henüz mevcut değil. İsmail Cem'in o çevrenin liderleri arasında ismi ve resmiyle kalıcı bir portre olacağı açıktır. İsmail Cem

Yazarlar