Pazar Türkiye’nin yolu Metris’ten geçer!

Türkiye’nin yolu Metris’ten geçer!

13.07.2008 - 00:10 | Son Güncellenme:

Ülkeyi askerler yönetirken Abdullah Gül’ü Metris’e koymuşlardı. Şimdi Gül cumhurbaşkanı iken, iki emekli generalin yolu aynı hapishaneye düştü. Hurşit Tolon ve Şener Eruygur’un Metris’te geçirdiği birkaç gün, buradaki işkence ve isyan günlerini, ünlü mahkumları hatırlattı

Türkiye’nin yolu Metris’ten geçer

Yıl 1980... 12 Eylül sabahı, Türkiye’nin siyasal, ekonomik ve sosyal bunalımına “en kestirme çözüm yolu” askerden geldi. Darbe sonrası; düşünmek, örgütlenmek, siyaset yapmak, yazmak, hatta toplu gezmek yasaklandı. İnsanlık onurunu hiçe sayan uygulamalarla 650 bin kişi gözaltına alındı, yaklaşık 100 bin kişi “örgüt üyesi” olmakla suçlandı, sorgu odalarında işkenceden geçirildi ve cezaevlerinin yolunu tuttu...
Böylece, 28 yıl önce bu cezaevlerinin demir süngülü kapılarının ardında, parmaklıkların arkasında; ömür boyu sakat kalan, çenesi çıkan, tırnakları çekilen,  parmakları kopan, dişleri dökülen, vücudu yara bere içinde, saçları avuçlarında binlerce insan cezaevlerinde olmayan adaleti aradı.
1981’de açılan Metris başlangıçta askeri cezaeviydi. Sözlük anlamı ironik: Askerin çarpışmada korunması için yapılan toprak siper!
Ancak 12 Eylül’de birçok cezaevinde olduğu gibi Metris Ceza ve Tutukevi’nde de “koruma değil, yok etme” üzerine şiddet yanlısı uygulamalar sürdürüldü. Metris’in adı ağır işkencelerle, açlık grevleriyle, ölüm oruçlarıyla anılır hale geldi.
Buna karşın tutuklu ve mahkumların en çok direniş gösterdiği cezaevi “unvanı”nı aldı. Umudunu yitirmeyip Metris’i yazarak, şiirlerine konu ederek, üzerine türküler söyleyerek direnişlerini sürdürenler oldu.
Gül balayını 

Türkiye’nin yolu Metris’ten geçer


Metris’te geçirdi!
Yine de Metris’in yıllarca çarşafsız, battaniyesiz ranzaları koğuşları dolup taştı; içeride çoğu öğrenci, akademisyen, yazar olan tutuklu ve hükümlüler mahkemelere çıkma umuduyla demir parmaklıklara tutunurken, Metris’in önünde de oğullarını, kızlarını arayan ana-babalar bekledi.
Metris’in kapısında oğlunun akıbetini öğrenmek isteyenlerden biri de Ahmet Hamdi Gül. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün babası...
Sakarya Üniversitesi’ndeki dinci örgütlenme içerisinde yer aldığı gerekçesiyle soruşturulan, iki hafta Metris’te tutulan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hayatında 12 Eylül’ün özel bir yeri varsa da baba Gül’ün hayatında da belli ki Metris’in çok daha büyük bir yeri var.
Baba Gül kendisiyle yapılan bir röportajda o anı şöyle anlatacaktı: “Oğlum, 1980’de henüz 22 günlük evliyken, 12 Eylül askeri darbesini yaşadı. İstanbul Erenköy’deki evinde ikamet ederken bir sabah elinde pusulasıyla genç bir üsteğmen kapıyı çalmış. O sabah hemen beni aradı. ‘Baba benim, sıkıyönetimden geldiler, beni aldılar. Gidiyorum, merak etme’ dedi. İşte o an yüreğime ateş düştü.”
Kayseri Hava İkmal Komutanlığı’nda görevli olan baba Gül şanslıydı; kızlarını, oğullarını aylarca cezaevinin kapısında bekleyip göremeyen ana-babalar vardı. Baba Gül ise oğluyla Metris’te görüşebilmiş, kendi ağzından  “rencide edici kötü bir uygulama” ile karşılaşmadığını öğrenebilmişti.
Gül’ün Metris günleri iki hafta sürdü, Sakarya Taşkısığı’ndaki bir askeri birlikte yeniden sorgulandıktan sonra mahkemeye çıkmadan serbest bırakıldı.

Kapıdan giren düşüyor
Metris’in zulmünden kurtulamayanlar ise bıçak yarası gibi... Kısık bir sesle yıllarca insanlık onurunun nasıl ayaklar altına alındığını bize anlattılar... Metris’in çok yüksek girişli bir kapısını hiç unutmadılar. Çünkü sorguda işkence görenlerin hemen hemen hepsi, o kapıdan içeri girerken önce sendeliyor sonra düşüyordu.
Düşerek girdikleri kapıdan ağız dolusu hakaret ve iteklemelerle bir koridora alınıp hepsi sıraya diziliyordu. Burada koğuş kapılarının üzerine asmak için her birinin fotoğrafları çekiliyordu.
Ani koğuş baskınlarıyla geçen günlerinin, işkence izlerini yok sayan cezaevinin doktorlarının yanı sıra, 60-70 kişilik koğuşlara yerleştirildiklerinde ilk hatırladıkları şey koğuşların içerisinde, yemek yedikleri yer ile tuvaleti bir bölme gibi ayıran duvar oluyordu.
Bugün insan hakları alanında çalışmalar yapan 78’liler Vakfı üyesi Nimet Tanrıkulu, Gül kadar şanslı değildi; 19 yaşındayken gözaltına alınıp götürüldüğü Metris’i o başka türlü hatırlıyordu: “Metris’te ağır işkencelerden geçmiş, siyasi davadan tutuklanmış çok sayıda kadın vardı. Sorguda çenem çıkmış, sol kolumda kısmi bir güç kaybı olmuştu. Komutanlar ve gardiyanlar oldukça sertti. Ani baskınlar oluyordu. Metris bize Dink’in ifadesiyle hep ‘güvercin tedirginliği’ yaşattı.”

Asker ağırlaması
Ancak 12 Eylül’de içeri alınanlar sadece solcular, sağcılar, İslamcılar değildi. Ordu kendi içindeki demokrat ve ilerici unsurları da tasfiye etti. Onlar da darbe sabahı gözaltına alındılar; gözleri bağlı, hiç tanımadıkları insanların karşısına çıkartılıp sürekli taciz edildiler, dayak yediler. Ağır işkencelere maruz kaldılar. Teğmen Tuna Atalay da onlardan biriydi.
Bir röportajında şöyle diyordu: “Oradaki sorgulamalara dayanamayıp intihara teşebbüs edenler, camdan atlayanlar oldu. Aylarca baskı ve işkencenin her türlüsünü denediler. Sonra bizi Metris’e gönderdiler...  Metris çok kötüydü. İki yıl orada kaldık. Baştan biz askerleri ayırdılar, sonra onların kurallarına uymadığımızı görünce sivillerle aynı koğuşa koydular. Metris’teki açlık grevleri, direnişler... Sıkıntılı günler geçirdik. Metris’te tek tip elbise giyme süreci, iki yıl boyunca görüşe ve havalandırılmaya çıkarılmamak...”

Susurlukçular gelince...
Metris’in imajı 1990’lı yıllarda bu kez Susurluk sanıklarını, mafya babalarını, uyuşturucu kaçakçılarını ağırlayınca değişecekti.
Gelenler önce cezaevinin içini döşediler; tele-vizyonlar, koltuklar, halılarla... Ellerinde telefonlar, donatılmış yemek masalarında gün saydılar. Susurluk davasından yargılanan İbrahim Şahin, 185 gün Metris’te kaldıktan sonra güvenliği olmadığı gerekçesiyle başka bir cezaevine naklini istese de aynı davadan yargılanan Yaşar Öz, Metris’in önemini “F tipinde sağlayamadığım imkanları Metris’te sağlamıştım” diyerek açıklayacaktı. Öyle ki 1998 yılında Abdullah Öcalan’ı iade etmeyen İtalya’yı protesto etmek için bir İtalyan mahkumu rehin alıp içeriden televizyon programlarına canlı telefon bağlantısı kuracak kadar kendini evinde hissediyordu.

Koğuşları ateşe verdiler
 Metris’i radikal İslamcılar da kendi evleri gibi benimsemişti. En çok uyum sağlayan da İBDA-C’liler oldu. Örgütün lideri Salih Mirzabeyoğlu adını kullanan Salih İzzet Erdiş ve adamları burayı 2000’lerin başında tam anlamıyla örgüt evine çevirdi.
O kadar ki bir ara cezaevinde olduklarını unutup bomba yapmaya kalkınca koğuşlarda arama yapmak isteyen askerleri sopa ve demir çubuklarla döverek hastanelik ettiler. Buradan başka cezaevlerine nakledileceklerini anlayınca 150 kadar askeri rehin aldılar. Liderlerini duruşmaya çıkartmamak için de Metris’i ateşe verdiler...

Paşaları konuk etti!
Metris tam bir Türkiye paradoksu. 1980’li yıllarda, solun dilinden düşürmediği “Şafak Türküsü” isimli şiirle çıkış yapan şair Nevzat Çelik gibi solcuları, 1990’lı yıllarda kendini Mesih ilan eden Hasan Mezarcı, Aczmendi tarikatı lideri Müslüm Gündüz, İBDA-C lideri Salih Mirzabeyoğlu gibi İslamcıları, Nejat Daş gibi uyuşturucu kaçakçıları, İbrahim Şahin, Yaşar Öz, Sedat Demir gibi Susurlukçuları, Söylemezler gibi çeteleri, 2000’li yıllar ise Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün gibi işadamlarını, Şener Eruygur ve Hurşit Tolon paşaları ağırladı.
Ortalık durulmadı. Belli ki Metris “Türkiye’nin bir yüzü” olmaya hep devam edecek...