Pazar Türkiye ve I. Dünya Savaşı

Türkiye ve I. Dünya Savaşı

07.09.2014 - 02:30 | Son Güncellenme:

Geçmiş, bir kenara atabileceğimiz, bitmiş gitmiş bir konu değil. Soracak kadar önemsemediğimiz sorular, eksikliğinden rahatsızlık duymadığımız bilgiler, gözlerimizi kapattığımız travmalar... Hepsi zamanı gelince yakamıza yapışır

Türkiye ve I. Dünya Savaşı

Türkiye’de gazetelerde birkaç ay önce yayımlanmış bir hikayeyle başlamak istiyorum. Hatırlar mısınız, bahar aylarında bir sabah, tarihi bir anıt, aniden ve esrarengiz bir şekilde ortadan kayboldu. Olay, Sultanahmet’te meydana geldi. Söz konusu eser, büyük mermer bir küreydi. Kaybolması bir dizi tartışmaya yol açtı. Çalınmış mıydı? Yanlışlıkla yerinden mi kaldırılmıştı? Kasten mi tahrip edilmişti?
İnsanlar mermer kürenin ne olduğunu sormaya başladı. Nasıl olmuştu da İstanbul’da yaşayanlarımız daha önce fark etmemiştik? Neden önemliydi? Bir süre, kimse cevapları bilmiyor gibiydi.
Ancak pek çok spekülasyon vardı. Bazıları kürenin Türk modernizasyonunu kutlamak üzere oraya yerleştirildiğini iddia etti. Başkaları, Osmanlı’nın ihtişamını dünyaya göstermek için, sultan tarafından yaptırıldığını öne sürdü. Bir kısım ise kürenin Fransız Aydınlanması’na saygılarını göstermek üzere, iki Ermeni mimar, Ohannes ve Bogos Dadyan tarafından dikildiğini ancak zaman içinde Türk milliyetçiliğinin sembolü olarak tayin edilmeye başladığını iddia etti. İddialar medyada ve sosyal medyada paylaşıldı.
Bu da halkın merakını artırdı.

Geniş çaplı bir amnezi
Birkaç gün sonra yeni haberler ortaya çıktı. Tarihi Eserleri Koruma Kurulu açıklamada bulundu; evet, küre ortadan kaybolmuştu ama bu yeni bir şey değildi. Olay bir ay önce meydana gelmişti. Ayrıca objenin kopya olduğunu belirttiler.
Bu sefer insanlar orijinal esere ne olduğunu sormaya başladı. Orijinal eserin de kaybedilmiş olduğu ortaya çıktı. Çalınmış mıydı? Tahrip mi edilmişti? Kimse bilmiyordu ama olay muhtemelen 25 ile 30 yıl önce gerçekleşmiş ve fark edilmemişti.
Bu bilgi ortaya çıkınca medya ve sosyal medya konuyu takip etmeyi, soru sormayı bıraktık. Esrarengiz kürenin, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz orijinal kürenin kopyası olduğunu anlayınca olayı unuttuk.
Bu olay bence, geçmişimizle sorunlu ve çarpık ilişkimizi sergiliyor. Türkiye’de geniş çaplı bir amnezi yaşıyoruz. Konu tarih olunca çok az merakımız ve daha da az bilgimiz var. Geçmişimizle bağlantımızın süreksizlikle, kesinti ve kırılmalarla karakterize edildiğine inanıyorum.
Ancak Bektaşi ve Sufi felsefesinin hatırlattığı gibi, geçmiş, içinde bulunduğumuz bu an içinde nefes alıyor. Geçmiş, bir kenara atabileceğimiz, bitmiş gitmiş bir konu değil. Soracak kadar önemsemediğimiz sorular, eksikliğinden rahatsızlık duymadığımız bilgiler, gözlerimizi kapattığımız travmalar...
Hepsi zamanı gelince yakamıza yapışır.
Ve belki de, bu hiçbir yerde I. Dünya Savaşı ile ilgili tartışmalarımızda -ya da bu konuda hiç tartışmamamızda- olduğu kadar dramatik ve çarpıcı değil.

Küçülen bir harita
Türkiye’de okula giden her çocuk, “küçülen haritalar” görüntüsüne aşinadır. Osmanlı’yı haritaların yardımıyla öğreniriz. Önce genişleme ve büyüme haritalarını görürüz. Ardından duraklama ve gerileme haritalarını öğreniriz.
Sonra 20’nci yüzyılda küçülen haritalara bakmaya başlarız. Şark Meselesi’ni ve Batılı güçlerin Osmanlı’yı “hasta adam” olarak adlandırdıklarını öğreniriz. Sonrasında ders kitaplarımızda okuduklarımız, Kurtuluş Savaşı ve 1923’te yeni ulus-devletin kuruluşuna kadar bir kargaşa ve zayıflık hikayesidir. Dolayısıyla, eski rejimin çözülmesiyle yeni devletin kurulması arasındaki dönem, ruhumuzda, aklımızda bir tek kelimeyle yer etmiştir: Kayıp. Ve bir tek görüntü: Küçülen bir harita. Bence bu, azınlıklara ve etnik çeşitlilikle ilgili sorulara nasıl tepki gösterdiğimizin anlaşılmasında çok kritiktir. Bu görüntü ve bıraktığı etki; her yeni etnik ve kültürel kimliğin daha fazla toprak talep edeceği şüphesine de sürükledi. Türkiye’de haritanın küçülmeye devam edeceği korkusu var. Bu korku, resmi anlatı -devleti kastediyorum- ve azınlıklara karşı tutumu da etkilemiş. Çeşitliliğe karşı daha az toleranslı olmamıza da sebep oluyor.
Okulda bize öğretilmeyenler de var. Gerçek insanlar hakkında küçük sorular. Çocuklarımıza öğrettiğimiz tarih bireyleri, gerçek insanları göz ardı ediyor. Şeyhülislamlar, padişahlar veya eşleri gibi şahsiyetler dışındaki bireylerin hayatlarına değinilmiyor. Peki ya “sıradan insanlar”? O fırtınalı yıllarda Osmanlı vatandaşı olmak nasıl bir duyguydu? Çiftçi bir kadın, Yahudi bir terzi, Kürt bir hamal, Sırp bir şair veya bir asker olmak nasıl bir şeydi?
Askerlerin başından geçenler son derece önemli. Türkiye’de dolaştığınızda, Meçhul Asker anıtlarına rastlarsınız. Bunlara Mehmetçik adını veririz. Mehmet, bildiğiniz gibi, peygamber Muhammed’in isminin Türkçe versiyonudur. İlgimi çeken, sonuna eklenen -çik eki. Neden “Mehmetçik” diyoruz? Bu ifadeyle sevgi gösteriyor, duygusal yakınlık kuruyoruz; milletin oğluymuş gibi; kurban ettiğimiz oğlu. Peki bu askerin psikolojisini, hikayesini hiç merak ediyor muyuz?
Onları öylesine yüceltiyoruz ki kendimize onları gerçek insanlar olarak görmeye izin vermiyoruz. Askerleri heykellere dönüştüren ve onları gerçek hikayelerinden mahrum eden aşırı vatanseverlik retoriği bizi susturuyor.
1914’te, savaş başladığında, 20-45 yaş arasındaki tüm erkekler askere çağırıldı. Çoğu çok az eğitim görmüş çiftçilerdi. Acaba köyleri ya da kasabaları dışındaki dünya hakkında ne biliyorlardı? Gelibolu’da savaşan askerler harita üzerinde Yeni Zelanda’nın, Avustralya’nın yerini gösterebilirler miydi? Kiminle savaştıklarını biliyorlar mıydı?

Tuhaf bir sessizlik
O yıllarda yaşamış genç bir erkeğin hayatını düşünün. Savaş üzerine savaş... Kargaşa üzerine kargaşa... 1911-12’de Libya Savaşı, 1912-13’te I. Balkan Savaşı, II. Balkan Savaşı, ardından I. Dünya Savaşı. Bu, evinizden genç olarak ayrılıp psikolojik açıdan harap olmuş orta yaşlı
bir adam olarak geri dönmeniz demek.
1 milyonu aşkın zayiattan bahsediyoruz ve bu insanların öykülerini hâlâ ortaya çıkarabilmiş değiliz.
Türkiye’de I. Dünya Savaşı ile ilgili yeterince kitap ve belgesel bulunmuyor. Yeterli roman da yok. Halbuki romanlar insanların hikayelerini anlamamızı, onlarla bağ kurmamızı sağlıyor. Buna rağmen, çok fazla bilgisizlik ve sessizlik var. Yalnızca toplum değil, sanat dünyası dahi tuhaf bir biçimde sessiz kalıyor.
Tarihçiler, bazen biz yazarları, alanlarına girdiğimiz için eleştirir. Kuşkusuz, romancıların sundukları, büyük harfle yazılan tek ve gerçek tarih değildir. Bizim sunduklarımız gerçek bile değildir. İşimiz bu değil. Cevapları bile sunmayız, bizim sunduğumuz sorulardır.

Dilimizin inceliğini yitirdik
Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, geçmişi bırakıp yalnızca geleceğe dönük bir yaşam sürmeyi hayal eden sistematik bir arzu vardı. İktidardaki elit kesimin büyük bir kısmı için bu yeni rejim bir “tabula rasa”, üzerine yepyeni bir hikaye yazılacak boş bir sayfaydı.
Bunu kültürel bir proje olarak gördüler. Çok ırklı, çok dilli, çok dinli bir imparatorluğun çocuklarıydık, ancak kurulan yeni ulus devletin ilk günlerinde önem verilen şey tek tipleşme oldu.
Bu, dilimize yaklaşımımıza da yansıdı. Farsça ve Arapça kelimeler dilimizden çıkarıldı. Dilimizin pek çok inceliğini yitirdik. Kelime dağarcığımızla hayal gücümüz ve kendimizi ifade etme yeteneğimiz de zayıfladı. Dilimizden çıkarılan kelimeler geride birer boşluk bıraktı ve şimdi o boşluklarla yaşamak zorundayız. Biz, büyük-büyükbabalarının mezar taşlarını okuyamayan bir milletiz.
Ancak tam tersi bir eğilim de görüyoruz. Abartılı bir yüceltme, geçmişe neredeyse kutsallık atfedilmesi. Atalarımız ne yaptıysa doğrudur diye düşünen, eleştiri kırıntısına dahi tahammülü olmayanlar var. Eleştiride bulunduğunuzda sizi “hain” olarak yaftalamaları bile mümkün.
Bu yaklaşımların ikisi de sağlıklı değil; geçmişimizi karanlık bir çağ olarak görüp tümüyle kesip atmak da yüceltilmesi gereken bir altın çağ olarak değerlendirmek de. İhtiyaç duyduğumuz, dengeli bir yaklaşım, eleştirel ancak anlayışlı bir bakış. Tarihimizi okurken daha feminen bir bakış açısına ihtiyacımız var.
Güncel problemlerimizin çoğu geçmişten kaynaklanıyor. Üstelik bu yalnızca Türkiye için değil, bölgenin geneli için geçerli. I. Dünya Savaşı’na giden dönem ile Osmanlı’nın dağılmasını da kapsayan savaş sonrası dönem, Ortadoğu için önemli sonuçlar doğurdu. Halen bu sonuçlarla baş etmek için çabalıyoruz.
Milyonlarca masum insanın ölümüne neden olmuş I. Dünya Savaşı’na agresif milliyetçiliğin ve aşırı duygusal vatanseverliğin yol açtığını hatırlamakta fayda var. Agresif milliyetçiliğin ve aşırı vatanseverliğin, tarihi nasıl okuduğumuzu ve bugünkü tartışmalarımızı şekillendirmesine izin vermeyelim. Tarihi birbiriyle çatışan şoven perspektiflerden okursak, geçmişin hatalarını tekrarlamış oluruz. İhtiyacımız olan, milliyet ve din sınırlarını aşmayı başaramasa bile, en azından bunları aşmayı hedefleyen hümanist bir bakış açısı.

Hikayelere ihtiyacımız var
Ayrıca hikayelere ihtiyacımız var.
I. Dünya Savaşı’na dair iyi ve kötüyü, güzel ve çirkini, acı ve neşeyi anlatan hikayeler olmadan tarihimizin dönemiyle barışmamız mümkün değil. Ve barışamazsak, asla olgunlaşamayız.
Hafıza aynı zamanda bir sorumluluk. Pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de kültürel hafızayı aktaran kadınlar. Kadınlar daha fazlasını hatırlar ve hikayeleri torunlarına aktarırlar. Yazılı kültürün reddettiği hikayeler sözlü kültürde varlığını sürdürür, bir nesilden diğerine doğru akar. Bu yüzden hafıza sorumluluktur. Hatırlamalıyız ki anlayabilelim, bağışlayabilelim, yaşananları geçmişte bırakabilelim ve yavaş yavaş umarım ki unutabilelim.

Haberin Devamı

Panelde okudu
Yazar Elif Şafak, kaleme aldığı bu makalenin uzun halini BBC
ve British Council tarafından İstanbul’da düzenlenen “Dünyayı Değiştiren Savaş” adlı panelde okudu. I. Dünya Savaşı’nın tarihi mirasını ve Türkiye’ye etkilerini konu alan panelin ses kaydı, ilk olarak dün BBC Dünya Servisi’nde yayınlandı, tekrar yayını ise bugün saat 14.00’te.
Kayıt, bbc.com/worldservice adresinden de dinlenebilir.