Pazar "Uğurlu bakan gözler"

"Uğurlu bakan gözler"

21.12.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:

Matyos Ahmet'in hikayesi

Uğurlu bakan gözler





1921 yılında Melen'de (Güzelköy) Ahmet bey ve Reyhane hanımın üçüncü çocukları olarak dünyaya gelir Hüseyin Çetintaş... 1927 yılında Bandırma'daki ablasının yanında ilkokula başlar. 1933 yılında İstanbul'a gelir. Orta ve lise tahsilinin ardından İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ne kaydolur, 1948 yılında mezun olur. 1949 yılında önce Ankara'da, sonra da Erzurum'da askerliğini yapar. 1950'li yıllarda Hoşköy'e döner ve baba mesleği olan şarap imalatçılığına başlar. 1964 yılında Ayşe hanım ile evlenir. Bu evlilikten kızı Yıldız ve oğlu Cem doğar. Marmara Denizi'nin kuzey sahilinde Hoşköy'deyiz. Şarköy, Mürefte, Hoşköy; Trakya'nın Marmara sahilindeki şarap bölgesi… Küçüklü büyüklü pek çok şaraphane var sahil boyunca… Geçmişte çok daha fazla olan bağların yerini şimdilerde daha çok zeytinlikler almış. Ama bağcılık hâlâ önemli bir geçim kaynağı. İki hafta boyunca, bu bölgede üç kuşaktır şarap üreten Çetintaş ailesinden Hüseyin beyle beraber olacağız. Babaya duyulan hayranlık, çocuklarına verilen el... Tüttürülen bir ocak, üç kuşaktır sürdürülen bir iş... Hüseyin beyin gözlerinde, sözlerinde babası "Matyos Ahmet"in hikayesine yer veriyoruz bu hafta...

Hüseyin beyin ailesinin Konya'dan Trakya'ya geçen Oğuz Türklerine dayandığı söyleniyor. Aile, Hoşköy'den dört kilometre içerde dağ eteğindeki Melen'e (şimdiki adı Güzelköy) yerleşiyor. Babası Ahmet efendi ile annesi Reyhane hanım bu köyde evleniyorlar. 1920 yılına kadar Melen'de çiftçilikle uğraşıyor Ahmet efendi: Güzelköy, Hoşköy, Mürefte... Herkes gemilere biniyor Amerika'ya gidiyor. Altın aramanın son devreleri Amerika'da. Gidenler mektup yazıyor; 'Orada uğraşmayın, gelin buraya.' Babamın da aklına girmişler, o da karar vermiş gitmeye. Aristi diye bir din hocası varmış. Aristi babamı bir gün alıyor. Köyün karşısında tepe var, oraya kadar çıkıyorlar konuşa konuşa. Orada durmuş, denizi göstermiş babama. 'Gitme oraya, Amerika burada. Çalışırsan burada Amerika!' demiş."
Aile önce 7.6 şiddetindeki 1912 depremiyle sarsılıyor. Depremin hemen ardından Balkan Savaşı başlıyor ve bölge Bulgar askerleri tarafından işgal ediliyor. Çevre kasaba ve köylerdeki Rum ve Türk ailelerin önemli bir kısmı deniz yoluyla Bandırma'ya kaçıyor. Bu kaçışı I. Dünya Savaşı izliyor. Amerika'ya gitmekten vazgeçen Matyos Ahmet, iki kızıyla karısını Melen'de bırakıp Çanakkale Savaşı'na gidiyor. Ardından Filistin cephesine. İki sene Gazze'de esir düştükten sonra, 1920'de Yunan askerinin bölgeye hakim olduğu dönemde Üsküdar'da gemiden iniyor ve Melen'e geliyor. 1921'de savaşın tam ortasında ailenin ilk erkek çocuğu olarak Hüseyin Çetintaş doğuyor.

Rumlar şarap üretiyor
Melen'e döndükten sonra Rum dostları şarap üretirken Matyos Ahmet de rakı imalatına başlıyor: "Güzelköy'de (Melen) bir mağaza kiralamıştı. Kazanları orada yanıyordu ve 24 saat durmadan çalışıyordu. Rakı imal ediyordu. Sonra Tekel İdaresi kuruldu ve rakıyı özel sektörden aldı, kendi yapmaya başladı. Neticede şarap kaldı yalnız." O yıllarda özellikle sahil kesimleri Rum yerleşimi; Hoşköy, Mürefte, Şarköy, Gaziköy… Çok iyi Rumca konuşan Ahmet efendi, Rumlar tarafından sevilen biri. Parlaklığıyla dikkat çeken gözlerinden dolayı Rumlar arasında uğurlu bakan göz anlamında Matyos Ahmet olarak anılıyor. "Yani uğurlu bakan adam, uğur getiren bakışlı adam. Mateo göz demek zaten. Mateos uğur getiren, bereket getiren bakışlı göz."
1924 sonbaharında mübadeleyle birlikte Rumlar evlerini, şaraphanelerini, bağlarını bırakıp gitmek durumunda kalıyorlar: "O kadar inanmıyorlarmış ki gideceklerine, gemi buraya gelinceye kadar inanmamışlar. Gemi yanaştığı zaman anlamışlar ki bu iş ciddi." Rumlar gittikten sonra bölgedeki şaraphaneler satışa çıkarılıyor: "Babam Mürefte'de, Çınarlı'da, Hoşköy'de, Gaziköy'de, Uçmakdere'de, Güzelköy'de dokuz tane mağazayı hazineden açık artırmayla satın almış." Bir süre birkaç mağazada çalışan Ahmet efendi, daha sonra dokuz mağazadaki fıçıları ve diğer malzemeleri Hoşköy'de Çetintaş ailesinin hâlâ şarap üretimini sürdürdüğü mağazaya taşır ve üretimini orada sürdürür. "Aşağı yukarı 500 ton şarap yapıyorduk o vakit. O zamanın kapasitesine göre bayağı büyük rakamdı. Memleket nüfusu 15 milyon filan. Üzümün kilosu 40-50-60 para. Şarabın kilosu da 4-5 kuruş. 2 kuruş da rüsum vardı, 6-7 kuruşa geliyordu şarabın kilosu. Bu senelerce böyle devam etti, 1950'ye kadar."

Düyun-u Umumiye devri…
"Babam Uçmakdere'deki mağazasında çalışıyordu o sene. Gaziköy'de mağazası var. Gaziköy'den Uçmakdere'ye kayıkla gideceğiz. Mağazadan şarap alıp kayığa götüremiyorlar. Gümrük muhafaza memurları orada oturuyor ve birisi bir şey götürürse, taşırsa vergi yazıyor. Kendi şarabını içmek için, Uçmakdere'ye götürmek için kayığa koyamıyor. İki-üç kilo şarap. Kara Süleyman diye birisi var, 'Ben onları lafa tutacağım, sana da işaret vereceğim. Sen o zaman al şarabı, başaltına koy' dedi."
O yılların şarabı da imalat şekli de bugünkünden oldukça farklı: "Babamın şarap imal tarzı ile benimki tamamen birbirinden ayrıdır. Köken aynı ama sistem, yöntem değişik. Babam Rumların yöntemiyle, kabuk ve saplarla beraber fermantasyonu elde edilen ağır bir şarap imal ediyordu. Ağır bir şaraptı o zamanın şarabı ve o zamanın insanı da o şarabı istiyordu. Ağzı açık, 4-5 tonluk bir kaba kalas koyuyoruz. 60-70 kiloluk küfeyi sırtına alır, oraya döker, çıplak ayaklarla onu çiğnerler. Üzümler tamamen ezildiği zaman içinde tane kalmazsa orta yerindeki tahtayı kaldırır, cibreler aşağıya gider. Ve orada şarap olur. Öyle kendi kendine. Üzüm tanesinin üzeri yabani mayalarla dolu. Yabani maya diyoruz ama Rumlar zamanından beri şarap ülkesi burası. O maya seleksiyona uğrayarak çok özelleşmiş. Oval mayalar vardır burada, mikroskop altında araştırdım onları. Üzümün kendi özel kokusu dejenere olmaz. Karalahna, Yapıncak, Kolorko vardı. Kolorko'nun çok çeşitleri vardı, çok güzel bir üzümdü. Annem pekmezi ondan yapardı, beyaz pekmez… Yeni gelen muhacirler bu üzümü tutmadılar, beğenmediler, yetişmedi kurudu."

Asma çubuğu Amerika'dan
1935-40 arasında phylloxera salgını (floksera) bölgedeki tüm bağları kurutur. "Bağlar tamamen kurudu, hiç yoktu. Tekel, Amerikan asma çubuğu getirdi ve bedava veriyordu. Düşünebiliyor musunuz şimdi tanesi 500 bin lira, bedava veriyordu. Onlardan ektik, ilk üç bağı ben yapmışımdır." Hoşköy'deki mağazada üretime geçtikten sonra uzun süre Güzelköy'den Hoşköy'e gidip gelen Ahmet Efendi, 1933'te bir ev yaptırır ve ailesiyle Hoşköy'de yaşamaya başlar. Mağazanın önünde şimdi park ve balıkçı barınağı var ama o yıllarda dalgalar duvarlara vuruyormuş: "Mağazayı deniz kenarına yapmamızın sebebi, fıçıları gemilere yüklemekti. Deniz motorlarıyla İstanbul'a naklediyorduk. 550-650 kiloluk büyük fıçılarla. Vinçle alıyoruz, denizden halatla çekiliyor, motor içeriye alıp İstanbul'a götürüyor, rıhtıma boşaltıyor. Oradan satıyorduk, Tekel'in gösterdiği depomuz vardı. Birisi Kurşunlu Han'daydı. Daha sonra Salih Esen'in ardiyesi (Fındıklı'da) yapıldı. Herkes oraya malını getirir ve oradan satardı."

Balkan'dan Mutuk şarabına
O dönemde İstanbul'a karadan ulaşmak mümkün değil. 1950'lere kadar İstanbul'a gidiş geliş hep deniz yoluyla oluyor. "85 mildir Hora Feneri'yle (Hoşköy'ün eski adı Hora) Ayastefanos Feneri, Sarayburnu Feneri yani. Motor akşama doğru yol verirse sabahleyin buradadır… Buradan İstanbul'a giden iki şey var; üzüm, şarap. Şarap fıçılarla, üzüm küfelerle gidiyor. Yemek için üzüm gidiyor, tablalık tabiri kullanılır. Giderken fıçı yüklüdür, gelirken bakkaliye. Sonradan bakkaliye getiren tekneler ayrıldı, özel bu işi yapmaya başladılar. Eğer ihtiyacınız varsa, İstanbul'a gidecekseniz ya üzüm motoruyla gideceksiniz, ya şarap motoruyla. Başka yok. Haftada bir defa giden gelen bir gemi var; İstanbul, Tekirdağ, Şarköy, Karabiga, Gelibolu, Çanakkale, İmroz… Aynı yolu tekrar gerisin geriye dönerdi. Limandan limana uğruyorsunuz. Ama buradan motora binmişseniz doğru halde ineceksiniz." Ahmet efendi yaptığı şarabı İstanbul'da önce Kayini biraderlere satar. "Kayini biraderler iki kardeş; Niko ve Panyo isminde iki Rum. Kapıdağı'ndan gelmişler. En büyük şarapçı onlardı. 10 tane şarapçı varsa bunların sekiz tanesi Rumdu. Pek az vardı Türk şarapçı." Kayini biraderler şarabı şişeleyip Balkan markasıyla piyasaya sürerler. 10 seneye yakın onlarla çalışan Ahmet efendi, daha sonra Mürefte'den Mutuk'a verir şarabını. 1950'lere kadar devam eder bu ortaklık. O dönemde şarabın adı Mutuk. Hüseyin bey, 10 yaşına geldiğinde ilkokula Bandırma'da ablasının ve eniştesinin yanında devam eder. 19 yıl ailesinden uzakta kaldığı bu dönem onun yalnızlıkla tanıştığı, kendi deyimiyle "ayakta kalmayı öğrendiği" yıllardır.

"Savaş yıllarını ablamlardan ve annemlerden duyardım. Annemin Manleher diye tüfeği varmış. Manleher; o zamanki ismi böyle. Kolay doldurulup ateş edilebilen bir silah galiba. 'Yastığın, yatağın altında dururdu' diyor, annem de ablalarım da. Babamın bıraktığı çift hayvanları var; bir çift öküz var, inekleri var. Köyde yaşanacak olan toprakları var, onları ekiyorlar biçiyorlar; ektiriyorlar, biçtiriyorlar. Yani yedi sene kocasını bekleyen bir aile var burada. Tabii çok büyük meşakkatler içerisinde. O günlerden benim de hatıralarım vardır. Kibrit bulunmazdı mesela. Kibrit yoktu, sonradan çıktı. Bilmiyorum, belki mumlu kibritler vardı, herhangi bir yere çaktığınız zaman yanıyordu ama bunları bulmak mümkün değildi. Balkan Harbi, Birinci Cihan Harbi, İstiklal Harbi; savaştan savaşa koşuyorsunuz, böyle şeylerle meşgul olmanın imkanı yoktu. Akşam lambada gazınız varsa, sizin de ateşiniz sönmüşse, komşudan bir kor alıp gelip üfleye üfleye lambayı yakmak zorundasınız, yoksa yakamazsınız. Ateş de sönmüşse, bakın bu faciadır..."



TARİH VAKFI
Tarih Vakfı sözlü tarih arşivi oluşturmak için tanıklıklarınızı kaydediyor. 70 yaş üzeri 1000 kaynak kişiye ulaşmayı hedefliyor. Ünlülerle değil, içimizden birileriyle... Sizin önereceğiniz kişilerle, dedelerimiz, ninelerimizle... Köylerde, kasabalarda, fabrikalarda geçen hayatlar... Hasatlar, vardiyalar, düğünler, seçimler, yemekler, camiler, kadın matineleri... Tarihe Bin Canlı Tanık Projesi, sözlü tarih görüşmeleri ile, günlük yaşamın, toplumsal geçmişin belleklerde kalmış ayrıntılarını içeren yaşam öykülerini kaydetmeyi hedefliyor. Bugüne kadar projeye destek olan Türk Tabipler Birliği'ne, İnşaat Mühendisleri Odası'na ve Kayseri Ticaret Odası'na maddi desteklerinden dolayı teşekkür ederiz. Siz de projeye destek olun, tarihe katkı da bulunun: Telefon: 0212 327 86 58
Faks : 0212 227 37 32 e-posta: tbct@tarihvakfi.org.tr

  • Danışmanlar: Doç. Dr. Aynur İlyasoğlu-Doç. Dr. Esra Danacıoğlu
  • Proje koordinatörü: Gülay Kayacan
  • Görüşmeyi yapan: Hakan Koçak
  • Deşifre ve redaksiyon: Sevil Üzrek
  • Görüntü kaydı: Tamer Üstel
  • Yayına hazırlayan: Tuba Çameli


  • Projeye katkılarınızı bekliyoruz:
    Telefon: (0212) 327 86 58
    Faks: (0212) 227 37 32
    e-posta:mailto:tbct@tarihvakfi.org.tr

    www.tarihvakfi.org.tr