Pazar Yarına ne kaldı?

Yarına ne kaldı?

04.10.2005 - 00:00 | Son Güncellenme:

Antalya Film Festivali'nde belgesel jürisi üyesi olarak birbirinden etkileyici yapımlar seyrettim. Gelin sizi, gördüğüm o kahramanlardan üçüyle tanıştırayım

Yarına ne kaldı

Belgeselciler Antalya'daydı; perdeye insan portreleri yansıdı can.dundar@e-kolay.net Her bir filmden sonra jüri başkanımız Hasan Özgen'in sorusunu sorduk birbirimize:"Yarına ne kaldı?"Her bir belgesel, kendi kahramanıyla, mekanıyla, tanıklığıyla yanıtladı bu soruyu...Yarına gözlemler, belgeler, izdüşümleri bıraktı.Benim aklımda ise birbirinden güzel insan portreleri kaldı.Antalya seyircisi, belgesel filmlere beklenmedik bir ilgi göstererek onlarla tanıştı. Keşke televizyonlar ve diğer kentlerin sinemaları da ilgilense de herkesi onlarla tanıştırabilse...Onlardan önce ben burada sizi o belgesel kahramanlardan birkaçıyla tanıştırayım. Geçen hafta Antalya Film Festivali'nin belgesel jürisindeydim. Bu yıl TÜRSAK'ın el atmasıyla sınıf atlayan Altın Portakal, ilk kez belgesel dalında yarışma açtı. 4 jüri üyesi, 3-4 gün içinde toplam 15 belgesel izledik. Türkiye'nin, dünyanın renkleri, gözalıcı bir ebemkuşağı olup yansıdı perdemize... Ümmüye: Toroslar'dan bir tiyatrocu Köyde kadınlar tiyatrosu Ümmüye, Toroslar'da Mersin'e bağlı Aslanköy beldesinde yaşayan bir köylü kadını...İlkokula başlamış, bitiremeden bırakmış. Evlenip çoluk çocuğa karışmış, küçük yaşta tarlada işbaşı yapmış.Bu tekdüze hayat içinde Ümmüye bir gün tiyatrodan anlayan biriyle tanışmış, kendisinin de gün içinde "kadın", "çocuk", "erkek", "işçi" pek çok role büründüğünü fark etmiş. "Demek buna tiyatro diyorlar" diye düşünmüş. İlkokul müdürünün kapısını çalıp "Biz de köyde bir tiyatro yapalım" demiş."Konusu ne olacak?" diye sormuş müdür bey..."Kendi hayatlarımız" demiş Ümmüye...Köyden 8 kadın daha bulup kolları sıvamış.Sonrası, inanılmaz görüntülerle Pelin Esmer'in belgeseline yansıyor.9 köylü kadını gün boyu tarlada çapa sallayıp evlerine gidiyorlar. Yemek yapıp, karın doyurup liseye koşuyorlar.Başta "senaryo çalışması için" herkes kendi hayatını anlatıyor. Yaşadıkları ama birbirlerine bile anlatmadıkları dramlar ortaya dökülüyor.Tiyatro hayat oluyor; hayatın yükünü omuzluyor.Sonra "Kadınların Feryadı" adı verilen oyunun provaları başlıyor. Ve kadınlar kendilerini, birbirlerini canlandırıyor sahnede...Çalışmalar ilerledikçe tiyatronun hem köyü hem de bizzat o kadınları nasıl değiştirdiğini de izliyoruz.Bir kez daha sanatın dönüştürücü gücüne şapka çıkarıyoruz. Tabii belgeselin tanıklığına da... İbrahim: İznik Belediyesi'nde çaycı Bir ağustos karıncası "Çaycı" unvanı İbrahim'i tanımlamaya yetmiyor. Onu tanımak için Bingöl Elmas'ın o güzelim belgeselini, "Ağustos Karıncası"nı izlemelisiniz.45 yaşındaki İbrahim, İznik Belediyesi'nde çaycılığın yanı sıra anonsçuluk da yapıyor. Yani bir nevi "kamu çığırtkanı"...Ayrıca belediyenin evlendirme dairesinde nikah memuru olarak çalışıyor.Bu üç işe birden koşturarak bitirdiği mesainin sonunda, yine koşturarak hamama gidip tellaklık yapıyor. Ne için bunca meşgale?Öncelikle çalışmayı sevdiği için... Sonra çocuklarını okutmak için...Ama asıl, artırdığı parayla müzik öğrenmek için...İbrahim, belediyeden kazandığıyla evini geçindirirken tellaklıktan kazandığı parayla hafta sonları trenle İstanbul'a gidiyor, Timur Selçuk'tan müzik dersleri alıyor. Kurstan sonra otostopla 8 saat süren bir yolculukla İznik'e geri dönüyor. Çoğu zaman uyumadan doğruca belediyenin çay ocağında alıyor soluğu...Bunları yaparken hiçbir yorgunluk alameti yok yüzünde; bir mutsuzluk ifadesi de yok...Tersine, oradan aldığı enerjiyle iş aralarında koşarak spor yapıyor veya boş kaldığında tarlasına gidip meyve ağaçları dikiyor.Ve ne yaparsa, en iyisini yapmaya çalışıyor:Anonslarda diksiyonu sağlam, çay tabakları zevkli, kıydığı nikahlar neşeli; keselediği adamlara da özeniyor, diktiği ağaçlar kadar...Müzik sevgisi yüzünden, elden düşme bir piyano getirtmiş İstanbul'dan, belediyenin kantarının bulunduğu yere koydurmuş. Geceleri nöbete kalıp tartıya gelecek kamyonları beklerken piyano çalıyormuş sabahlara kadar...Masaldaki ağustosböceğiyle karıncayı harmanlamış bir Anadolu bilgesi İbrahim...Koca bir ömrü emeklilik için gün sayarak geçiren mesai arkadaşlarının, "Bırak bunları da bize para kazan" diye söylenen oğlunun, arabesk yarışmasında dereceye girme peşindeki kızının, hobilerinden hiç haz etmeyen eşinin, kendisine deli gözüyle bakan arkadaşlarının arasında hayatın armonisini yakalamaya çabalayan bir "Ağustos karıncası"...Onun umut dolu çabası, Türkiye'nin yılgınlıklar içinde kabuğunu çatlatma gayretine benziyor. Kevkeb: Iraklı bir kız Bağdat'ta tek başına Kevkeb'e "Kimsin?" diye soruyorlar."Kaç gezegen var?" sorusuyla yanıtlıyor bu soruyu:"9" cevabını alınca da "Ben 10'uncu gezegenim" yanıtını veriyor.Yönetmen Melis Birder, Bağdat'ta, yaşadığı kentte görüntülemiş onu...Bağdat'ı bombalanırken gördük biz; Saddam'ın meydandaki heykeli devrilirken, insanlar Amerikan askerlerinin postallarına sarılırken ya da isyan edip arabaları havaya uçururken...Bağdat, hep habercilerin dehşet sahneleriyle ve çarpıtılmış haberlerle yansıdı ekranlarımıza...Melis Birder zor olanı, kalıcı olanı, bir belgeselciye yakışanı yapmış. Kamerasını almış, kahramanını önüne katmış, onunla Bağdat'ı dolaşmış.Kevkeb, savaşa inat ruhunu enkaza kaptırmamış bir kız...Dükkanları gezerken gelinliklere, iç çamaşırlarına özenirken, kuaförde saçlarını yaptırırken, elektriklerin kesik olduğu okulunda suskun bilgisayarı başına otururken, arabasının penceresinden harabeye dönmüş kentini süzerken yüzündeki gülümseme hiç eksilmiyor.Ve bütün doğallığıyla yansıyor Bağdat perdemize...Elektrik kesilse de kaydı kesmiyor Melis... o karanlığı yaşatıyor bize... Savaşı hiç göstermeden, savaşın nasıl bir şey olduğunu dürüstçe anlatıyor: Çocuk resimleriyle... Bağdat çarşısından delirmiş gazi portreleriyle... Sıradan insan tepkileriyle...Ve hepsinin ötesinde savaş koşullarında bile insanın nasıl insan, kadının nasıl kadın, çocuğun nasıl çocuk kalabildiğini belgeliyor. Şebo'dan hüzün şarkıları Şebnem Ferah ODTÜ Mezunlar Derneği'nin Vişnelik'indeydi geçen hafta sonu...Orada izlediğim konserler arasında en kalabalık olanıydı. Gündüz yağan yağmura ve yağmurdan arta kalan çamura rağmen...Ama kalabalıktan çok, gelenlerin canlılığıydı asıl dikkat çekici olan...Ankaralılar, eski bir ODTÜ'lü olan "Şebo"nun yeni albümünü birkaç ay içinde neredeyse baştan sona ezberlemişlerdi. Mor ve Ötesi'nin bir ara konsere dahil olması (ve grubun solisti Harun Tekin'in, çıkışta korumalarla neredeyse yumruk yumruğa gelmesi) gecenin sürpriziydi.Şebnemseverlerin önceden aşina olduğu, ama bu albümde hepten ortaya çıkan bir özellik var:Her parçada, her notada, her sözde derin bir keder dillendiriliyor.Yüksek volümlü rock ritmleri ve Şebnem'in çığlıkları ardına gizlense de yenilmişlik duygusunu hissetmemek olanaksız...Daha albümün açılış parçası "Okyanus"ta ağır bir kapı ardındaki okyanusa ulaşmaya çalışan törpülenmiş bir kız var karşımızda...Aynı kız, albüme adını veren şarkıda yanağından süzülen yaşları "Benim can kırıklarım var" diye açıklıyor.Sonraki şarkılarda "kırılan kalpler"den söz ediyor, kendini "kuru yapraklarla kaplı çıkmaz bir sokağa" ya da yüreğinden başka sığınacak yeri olmayan bir "mülteci"ye benzetiyor, "Zaten düşmüşüm, kaldırımlar yatağım olmuş" diyor.Bunları söylerken öyle sahici ki, yanımızda şarkıları çığlık çığlığa eşlik ederek dinleyen üniversiteli kız aniden gerçekten de Vişnelik'in çamurdan yatağına düşüyor. Toplayıp götürüyorlar.Şebnem belki deprem sonrasında acılarını demlendirdiği 2,5 senelik suskunluk döneminde biriktirdiği hüznü notaya döküyor."Artık uzun cümleler kuruyor" ve her şarkıda can kırıkları batırıyor dinleyicisinin yüreğine... Lakin bu hüzün, müziğine yakışıyor.Sesine de...

Yazarlar