Kültür Sanat Bu aşk, başka bir aşk

Bu aşk, başka bir aşk

06.10.1999 - 00:00 | Son Güncellenme:

Bu aşk, başka bir aşk

Bu aşk, başka bir aşk


Yann Andrea, "Benim için edebiyatın anlamı Duras idi" dediği Marguaret Duras ile olan aşkını yazdı: 66 yaşındaki yazar ile 27 yaşındaki eşcinsel şairin öyküsü bu


       Anlatılan bu kez Marguerite Duras oldu, anlatan da okurlarının çok iyi bildiği genç sevgili Yann. Yann Andrea o acaip fırtınalı aşkı tüm ayrıntılarıyla, hem de onun stilinde yazmış. "Aşkımız her şeyden ama her şeyden daha büyüktü. Bu kitabı yazdım ona daha da çok aşık oldum, adını telaffuz ettim, hayali aşk öyküsü uydurdum" diyor.
       66 yaşında yazar bir kadınla 27 yaşındaki eşcinsel şair bir gencin öyküsü bu. Şimdilerde 46 yaşında olan şair, uzun yıllar Duras'nın "her şeyi" oldu, sevgilisi, sekreteri, hemşiresi. O kadar ki o ölünce büyük bir boşluğa düşmüş, ağır bir depresyon geçirmiş, sonunda kendine gelmiş ve "Cet amour - La"yı yazmış. Kitap, Duras ile ilgili her şeyi önemseyen Fransız basınının çok ilgisini çekince de Yann aşkını tüm dünyaya anlatabilmiş oldu.
       Yann Andrea, kitabında bu çok merak edilen sıradışı aşk ile ilgili her şeyi yazmış, nasıl karşılaştıklarından başlayarak: Yann felsefe "ğrencisiymiş, bir gün Duras'nın "Terquin'in Atları" kitabını okumuş ve bütün hayatı değişmiş. Tıpkı kitabın kahramanı gibi Campari üzerine Campari içmeye ve onun her şeyini yalayıp yutarcasına okumaya başlamış. "Benim için edebiyat artık Duras idi" diyor. Sonra kendini alamamış ve yazara asla cevap alamadığı yüzlerce mektup yazmış, bir günde birden fazla mektup yazdığı oluyormuş. Bu tutku dolu mektupların yazar hepsini saklamış ama hiçbirine cevap vermemiş. Sonra, alkol komasından çıktığı bir gün bu ilgiye daha fazla ilgisiz kalamamış ve küçük bir cevap yazıvermiş. 29 Temmuz 1980'de, Manş kıyısında Trouville'de Hotel des Roces'de buluşmaya karar vermişler. Yann'ın getirdiği şarabı içmişler, başka şaraplar da içmişler, konuşmuşlar, konuşmuşlar. 1996'da Duras'nın ölümüne dek sürecek ilişki böyle başlamış. Kadının gücü ve yok edici kimliğiyle çalkalanan tüm bu yıllar boyunca birbirlerine hep "siz" diye hitap etmişler.
       Yann, Duras'nın her şeyine aşıkmış, çizgilerine, sesine, yazısına. Duras ise bazen aşktan, bazen kıskançlıktan, bazen de öfkeden sevgilisini boğuyormuş. Onu YSL'lerle donatıp sonra kıskanıyor, derken mirasına göz dikmekle suçluyor, bazen de pasifliğinden, hizmetkar ruhundan, çekingenliğinden birden sıkılıp bavulunu kapının önüne koyuyormuş. Yann da bazen aşktan bazen de isyandan boğuluyor, onu terk ediyormuş, ama hep geri dönüyormuş. Yann Andrea "Cet amour - La"da ilk gecelerini de anlatmış: "Oteldeydik, ilk gecemizdi, beni yatak odasına çağırdı, korkmayın, buyrun gelin, çekingen olmanıza gerek yok, benim de bir vücudum var, size göstereceğim, onu okşayabilirsiniz" demiş. Marguerite'in garipliklerinin sınırı yokmuş, genellikle de hiç makyaj yapmaz, yapınca da "orospular gibi boyanırmış". Kitapta Duras'nın alkol komaları, fiziksel acıları, ölüm korkusu ile geçirdiği son yıla da yer veriliyor: "Marguerite büyüktü, her şeyi çoktu, tonlarca viski, beyaz şarap, kırmızı şarap, filtresiz Gitannes içmişti, tonlarca yemek yemişti, sayısız sevgili değiştirmişti, dünyadaki haksızlıklara karşı sonsuz mücadele vermişti, zenginlerden aşırı nefret etmişti, neredeyse her şeyi reddetmişti. Ve çok fazla kitap yazmıştı. Onun hayatı her şeyin en fazlasıydı" diyor Yann.
       Hayatı taşkınlıklarla geçen Marguerite Duras, giderken çok sade imiş: "Yann, gidiyorum, elveda, sizi öperim" demiş. Her ne kadar beklenen bir ölümse de Yann Andrea bu ölümü kaldıramamış. Sevgilisini Montparnasse mezarlığına, Simone de Beauvoir ile Sartre'a yakın bir yere gömüp bir daha ortaya çıkmamış. Ta ki onu yazmaya karar verene kadar!..

Sanatın ağır işçileri

       Kültür, kitleselleştirilme çabası içinde giderek kültür olmaktan çıkıyor, seçkincilik, üst - kültür histerisinde değilim ama birkaç panel, birkaç kitap - dergi dışında klasik anlamda bir kültür olayı ile karşılaşılmaz oldu. Katıldığım açılışlar hep daha lümpen geliyor. Bir şeyler değişti de bir şeyler gelişti mi?..
       Bütün bu lümpenlik içinde, Antalya'da çok sıkı bir işle karşılaştım: Bir parkta 10 heykeltıraş sanatın ağır işçileri olarak taş yontuyorlardı, gözlerinde gözlükleri, ellerinde makineleri, çekiçleri, kan ter içinde... Ben Nilüfer Ergin'i ziyaret için gitmiştim, baktım Bulgaristan (Kiril Mateen), Slovakya'dan (Peter Paraşık), Almanya'dan (Viladislaw Sajzer), Kosova'dan (Veli Blakçoor), Romanya'dan (Dimiru Rodu) ve bizden çeşitli üniversitelerden heykeltıraşlar, Ayhan Yılmaz, Meysem Samsun, Mehri Soylu, Cavhar Göktaş, halkın gözü önünde Antalya'da heykellerden oluşan bir açık hava müzesi oluşturmak için kan ter içinde çalışıyorlar.
       Bu kan ter meselesi çok önemli, çünkü aynı müteahhitler gibi sanatta da müthiş bir vur - kaç var. Etkileyici ucuz pırıltılardan, kolay atraksiyonlardan, reklamcı manevralarından, soysuzlukları, ucuzluğu kapatmak için sık sık başvurulan soylu kilise ilahilerinden, opera aryalarından geçilmiyor ortalık. Sanatçının, ilahi konumunu yitirmesi biraz da bu yüzden zaten.
       Konuştukça da hoşlandım, adamların tek meselesi sanat, ucuz mesajlar, kişisel göndermeler derdinde değiller, kan ter içinde ortaya sanat eseri çıkarıyorlar!
       Sempozyumu Antalya Büyükşehir Belediyesi, Mimarlar Odası Antalya Şubesi, H.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi ve Çağdaş Heykelciler Derneği organize etmiş. Belediye Başkanı Dr. Bekir Kembel sanatı, üretimi önemsiyor, bu yüzden iyi işler yapılmaya başlanmış.
       Özetle, 10 heykeltıraş zor bir iş yapıyorlardı ama basın mensuplarının umrunda bile değillerdi, zaten onlar da tüm gerçek sanatçılar gibi basını umursamıyordu, fotoğraflarının çekilmesiyle de ilgilenmediler, tabii ki "hangi gazete, ne zaman çıkar" hiç demediler.