Kültür Sanat Hayat atölyesi

Hayat atölyesi

21.11.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Hayat atölyesi

Hayat atölyesi




Hayat atölyesi
Geçen hafta, Bebek’teki Pırıl Güleşçi’nin galerisi PG’de Kezban Arca Batıbeki’nin yeni sergisini görmeye gittik.
Jack Kerouac’ın "Yolda" kitabını bulamıyorlarmış, benden istemişlerdi, o zamandan biliyordum serginin ana teminin ne olacağını. Üst başlık olarak "Stop!", "Dur" dense de durmayan yolculuklar, yollar, birbirine bağlanan yazgılar, bir bağlam çevresinde resimlenmiş bu sergi toplamında... Kitaptan alıntılanan Kerouac’ın iki cümlesi ise, iki boş duvarda tek başına konuşturulmuş. Sergiyi gezdikten sonra, anlamak, görmek için "Dur!" dendiğini anlıyorsunuz, yoksa ressam da biliyor nasıl olsa herkesin yoluna devam ettiğini...
Anladığım kadar, tuval resminin olanaklarına sırt çevirmeden, kavramsal sanatın anlatım araçlarına açılan bir toplam düşünmüş Kezban. Tuval üzerinde kumul bir yüzey sağlayan özel maddeler kullanmış, dokuyu pürüzlendirmiş, tuval üzerine yerleştirdiği oyuncak arabalar, maketler, kurşun askerler yoluyla iki boyutlu çizgilerle üç boyutlu nesnelerin tek zeminde buluşarak var ettiği bir üst cümleyi amaçlamış. Çöl hissi bırakan kumul yüzeylere, boyadışı maddelere bile boya vurgusu getirmiş. Bazı resimlerin önündeki ses aygıtlarından resmin konusuyla ilgili ses efektlerinin yayınına yer vermiş ve kendi resim macerasının temel izlerini taşısa da, bence önceki işlerinden farklı bir sergi gerçekleştirmiş.
Yolda karşımıza çıkabilecekleri, hayatımızda karşımıza çıkabileceklerle yer değiştirebilen bir metafor alanı açmak istemiş. Nitekim arabaların, vinçlerin, kamyonların, güllerin, ağaççıkların yer aldığı serginin en canlı resimlerinden birine yakından bakıp, belli bir yerleştirme düzeni içine gömdüğü hikâyeleri okumaya başladığınızda, renkli, canlı, insanda çocuksu sevinçler uyandıran o ilk izlenim, yerini bir felaket duygusuna bırakıyor. Trafik kazaları, sökülen orman alanları, yolda otostop yapan kadınlar, yerde yatan ölüler, çaresiz insanlar, ambulanslar tek tek görülmeye başlıyor. İçinde olmakla dışında olmak, yukarıdan bakmakla yakından bakmak yer değiştiriveriyor. Resimlerin gizlediği hikâyelere dramatik vurgu getirmiyor Kezban, tersine her zamanki pop - art diline yatkın canlı, pervasız renkler kullanarak "acı"yı, "trajik olan"ı uzak tutuyor. İsteyenlere ya da "kaçmak isteyenlere", tüm resmi oyuncak arabaların çarpışması ya da kurşun askerlerin savaşı olarak okutabilecek mesafeyi tanıyor.
Bir anlamda, "yerleştirme sergisi" olarak da okunabilir bu çalışma. Küçük nesneleri mekâna yaymak yerine, resmin sabiti olan tuval üzerinde toplamış. Böylelikle, bundan sonraki çalışmalarında daha uzaklara açılabileceğinin işaretlerini de vermiş oluyor. Ne de olsa bu, onun "yolu"...

Sergiyi gezdikten sonra galerinin yakınındaki Meya Cafe’de oturup lafladık: Kezban Arca Batıbeki, Barbaros Altuğ, Pırıl Güleşçi ve daha sonra aramıza katılan Güllü Aybar. Pırıl Güleşçi ile ilk kez el sıkışıyoruz. Her şeyden önce güzel, ışıklı bir kadın, insana pozitif bir elektrik veriyor. Güllü Aybar’a, Radikal’de yayımlanan röportajını herkesin çok beğendiğini söylediğimde, "Sen farklı mı düşünüyorsun?" dedi. Oysa daha okumamıştım, sonra okuduğumdaysa ben de beğendim. Öykü tadında, içten, dokunaklı, hoş bir söyleşi olmuş. Güllü’yü tanımasanız bile, o söyleşiyi okuduktan sonra seversiniz. O söyleşiyi okuduktan sonra, Mehmet Ali Aybar’ın toplumda ne denli az tanındığını bir kez daha düşündüm.
Bebek yöresinde oturanların sık buluştukları sahilde, cadde üstünde sıcak, şirin bir mekân "Meya Cafe"... Denizi de görüyorsunuz. Ev yapımı börekleri, tatlılarıyla ünlü. Bademli, çikolatalı keki pek seviliyormuş. İştahları ile kiloları arasındaki zıtlığın herkesin sinirlerini bozduğu "Kezban ile Barbaros" (gördüğünüz gibi hoş bir ikili adı) bol bulamaç bu kekten yediler. Yılın yarısını diyet yaparak geçiren biri olarak ben, gene zarif zarif salata yemekle yetindim.

Geçen hafta Buket Uzuner, beni ve Barbaros Altuğ’u Cranberries konserine davet etti. Yağmurlu bir günde, sıkışık bir trafikte, Tekirdağ’a ya da Edirne’ye gitmeye benzeyen sorunlu bir yolculukla CNR Expo Fuar Merkezi’ne vardık. İlk kez CNR’da bir konser izledim. Galiba son kez de oldu. Konser salonu düşüncesiyle inşa edilmemiş hangar benzeri herhangi kapalı bir mekânda "akustik" neyse, burada da oydu. Ucuza kapatılmış İstanbul dışındaki her arsanın üzerine diktiğiniz dev binalardan, siz istediniz diye "her şey" olmuyor. Beylikdüzü’ndeki kitap fuarındaki gülünçlük burada da aynıydı. Bu çeşit yerler, kesimhane ya da hazır yakınken ıskartaya ayrılmış uçakların bakım deposu olarak da kullanılabilecekken kültürde bu ısrar niye?
CNR’a vardığımızda konser başlamıştı ve topluluğun aynı zamanda gitaristi ve söz yazarı olan Dolores O’Riordan’ın sesi ta dışarıdan duyuluyordu. Ben, aman aman bir Cranberries meraklısı değilimdir. Ayrıca Dolores’in sesi birkaç şarkı sonra yorar beni. Benimki dünya gözüyle topluluğu görmek ve canlı konser performansı izlemek merakıydı daha çok. Ayrıca bu çeşit konserlerin canlı atmosferini de severim. Bir ara ortalıktan kaybolan Buket Uzuner’i beklemek durumunda kalmasak, çoktan terk etmiştim. Tam anlamıyla feci bir konserdi! Ses düzeni asla bu mekâna göre değildi. Patlak hoparlörlerden şarkı dinler gibiydiniz. Eğimsiz zemin yüzünden sahneyi görmek pek mümkün olmuyordu; insanların çoğu sahne solundaki dev ekrandan izlemekle yetindiler. Konserin bitimini beklemeden çıktığımız için, cezalandırılırcasına dakikalarca taksi bulamadık. Sürüden ayrıldığınız böyle durumlarda aslında buraların dağbaşı olduğunu bir kez daha anlıyor insan.
Ben de birçok müziksever gibi ilk kez "Linger" şarkısının "single"yla tanıdım onları "Animal Instinct", "Salvation", "Ridicilous Thoughts" gibi "single"larını edindim ve topluluğun 90’larda dünyanın hemen her yerinde sevilen başta "Zombie", "Ode To My Family", "I Can’t Be With You" olmak üzere popüler olmuş şarkılarını ben de sevdim.
Bu konsere ilişkin en iyimser cümle "Görmüş olduk," olabilir.

Levent Yılmaz’ı tanıdığımda, ikimiz de Ankara’da yaşıyorduk. Galiba Tözün ile Fred’in evindeydi ilk karşılaşmamız. O dönem ardı ardına ortaya çıkmaya başlayan "Yeni Ankara", "Tan" gibi yayınevleri, Ankara’ya bir yayıncılık havası getirmişti. Levent Yılmaz da arkadaşlarıyla "Gece Yayınları"nı örgütlemişti o sıralar. Özenli bir baskı, serin görünüşlü kitap kapaklarıyla ard arda güzel kitaplar yayımlamışlardı. Bilge Karasu’nun "Göçmüş Kediler Bahçesi"ni yeniden basmışlardı.
Levent Yılmaz, şair. Kitapları YKY’dan çıkıyor, şiir seçkisi de var. Dost Kitabevi Yayınları’na da editörlük yapıyor. Paris’te yaşıyor ve Fransa’nın en önemli yayınevlerinden biri olan Actes Sud’e bir Türk yazarları koleksiyonu hazırlıyor. Bugüne kadar dizide Ahmet Altan, Enis Batur, İhsan Oktay Anar’ın kitapları yayımlandı. Sırada Ahmet Hamdi Tanpınar, Perihan Mağden, Aslı Erdoğan, Oğuz Atay gibi yazarlar var.
Aslında dizinin ilk kitaplarından biri olacakken, üst üste gelen aksilikler nedeniyle geciken "Üç Aynalı Kırk Oda", çevirisi, redaksiyonu bitmiş olarak yayına hazır halde, Fransa’da kitap yayımlamak için iyi bir tarih olduğunu söyledikleri ağustos ayını bekliyor. Kitabı Fransızca’ya Leslie Anangan çevirdi. Diğer dillerdeki çevirileri de yetişebilirse, "Üç Aynalı Kırk Oda", İsviçre’de (Union Verlag) ve Yunanistan’da da (Kastaniotis) aynı anda yayımlanmış olacak.
Geçen hafta, Levent Yılmaz’la bir akşamüstü içkisi için Cihangir’deki 5. Kat’ta buluştuk, yanımızda Sırma Köksal da vardı. Ben daha geç bir saat onların Doğa Balık’taki yemek sonralarına katıldım. Açık söylemek gerekirse, asıl yazılması gerekenler her zaman olduğu gibi o masada konuşulanlardı ama artık bunları okumak için anılarımı bekleyeceksiniz.
Bu arada Levent Yılmaz, dizisine benden bu kez de "Paranın Cinleri"ni aldı.

Mahallemize yeni bir cafe açıldı. Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi’nin hemen karşısında. Adı "Symrna", biliyorum söylemesi güç. İzmir demek. Rahmetli annemden bana kalan eski siyah - beyaz kartpostallardan biri, İzmir’in eski halini gösterir. Altında el yazısıyla "Symrna" yazar. Annemin o kartı neden saklamış olduğunu bilmem, hoşuma gider, ben de saklamayı sürdürüyorum.
Şu sıralar görüşmelerimin çoğunu Symrna’da yapıyorum, dostlarım Sırma Köksal’ı, Ayça Gürdal’ı, Bilal Dede’yi orada ağırladım. Güneşli günler biterken, meydandaki Firuzağa kahvesinden elini eteğini çekecek olan mahalleli, kışın Kavhedan, İkbal, Symrna’ya kapanacak herhalde.
Symrna’nın yerinde eskiden eski ev eşyaları satan bir dükkan vardı. Oradan tek parça eşya kalmış bu yeni dekorunda, girişte, kapının sağında duran büyük dolap. Aklınızda bulunsun güzel espresso yapılıyor; ben her zaman olduğu gibi gene salata yiyorum orada. (Kızarmış tulum peynirli). Ama yemeklerinin de genel olarak beğenildiğini söylemeliyim.
Yemek demişken kışın gelmesiyle birlikte güzel börek sevenler için mahallemizin yüzakı Lüküs Hayat’ı hatırlatmak isterim. Sebzeli böreği harika. Zeytinyağlı sarması da. Biliyorum, bu hafta fazla Cihangir köşesi oldu ama, ne yapayım, mahallemi seviyorum. Karşı apartmanın terasında oturan gençlerin bangır bangır açtığı müzik bile, sizin sevip dinlediğiniz şeylerse, eh mahallenizi seviyorsunuz tabii...
Symrna’da buluştuğumuz Ayça Gürdal, editörlüğünü yaptığı Bağlam Yayınları’nın psikanaliz ağırlıklı "Düş / Düşün" dizisinin yeni kitaplarını getirmişti yanında. Daha önce "Aynadan Ötekine" adlı kitabını yayımladıkları Elda Abrevaya’nın bu kez "Deliliğin Tutkusu / Tutkunun Deliliği"ni yayımlamışlar. "Baharlık Kitap Dizisi" üst başlığıyla yayımladıkları "Psikanaliz Yazıları" dizisinin bu kitabının adı ise "Erkeksilik". Hepimizi yakından ilgilendiren bu "milli hastalığımız" konusunda (hem "erkek" olarak, hem "millet" olarak "milli") uzman görüşüne gerek duyanlar için ufuk tazeleyici bir toplam olmuş. Bu dizinin kitapları, her biri seçilmiş bir üst başlık çevresinde toplanan farklı imzaların yazılarından oluşuyor. Bir çeşit seçki kitap.
Fırat Caner’in Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde yaptığı "master" tezinin konusu "Bir İdeoloji Olarak Murathan Mungan Şiiri". Ayrıca "Yılan ve Geyiğe Dair" adlı öyküm üzerine de kapsamlı bir inceleme yazmış. Bu öyküm, diğerleriyle ve oyunlarımla paralel okunduğunda ortaya çıkan düzlemlere değinmiş. Eleştiride ve incelemede sistematik çalışma yapmanın, kuramsal çerçeve kurmanın, malzemeyi estetik ve ideolojik olarak konumlamanın yordamları üzerine uzun bir söyleşi yaptık.

Hefner, Türkiye’de hemen hiç bilinmeyen müzik topluluklarından biridir. Düzenli olarak hemen hemen bütün şarkıları için 45’lik plak çıkarırlar; bu plakların kapaklarını çizgi roman estetiğiyle çizilmiş illüstratif resimler süsler. Tahmin edebileceğiniz gibi, bu plakların neredeyse hepsini internet sitelerinden bulup buluşturup aldım.
Ne zamandır üzerinde ara ara çalıştığım bir senaryom var. Temel izleği takıntılar, saplantılar olan bir kara komedi... Olaylar arasında nedensellik kurmak yerine, tersine hiçbir bağ kurmamayı amaçlayan bir yapı çatmayı amaçlıyorum. Onlarca karakter yer alıyor filmde. İçlerinden biri, Kuledibi’nde döküntü bir dükkanda, yalnızca "Hefner" plakları ve CD’leri satan bir adam. Dükkanın her yanı Hefner posterleriyle, plak kapaklarıyla süslü. Üstelik, adamın görünüşüne bakacak olursanız, hiç de Hefner dinleyip sevecek birine benzemiyor. Anlayacağınız tuhaf bir durum. Ben, bu rolü, "Türk popunun merkezdeki ismi" tabir edilen arkadaşım Naim Dilmener’e oynatmayı düşündüm ve zamanla aramızda böyle bir espri oluştu. Bir gün baktım, Naim kuryeyle bir poster yollamış bana. Sen tut Hefner’in bir konser afişini getirt yaban ellerinden, bana gönder. Rol kabul etmemek ne demek, çevre düzeni kurmaya başlamış bile.
Geçenlerde Hefner’in yeni albümü çıktı, "Reworks". Çok hoş bir çalışma. 4. parçaya gelince şaşırdım, ilkin introsu tanıdık geldi, biraz oryantal. Besteci yerine "geleneksel" yazıyor ama remiksi Ömer Faruk Tekbilek yapmış. Parçanın adı da "Shaskin". Bizim, zamanında Erkin Koray’dan dinlediğimiz "Şaşkın" bu!
Hemen Naim’i aradım. Zamanında Sabah adlı bir Arap şarkıcısı söylermiş zaten, hatta kadının Arapça plağını bu yüzden sonradan Türkiye’de "Şaşkın" adıyla piyasaya sürmüşler.Ben Hefner ile milleti şaşırtayım derken Hefner beni şaşırttı. Hem de kendi kadromla.
Ben zamana yetişemediğim gibi, sanat da hayata yetişemiyor.


































Yazarlar