The Others Hindistan’da değişen bir şey yok

Hindistan’da değişen bir şey yok

30.01.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Güneş Karabuda Güneş Karabuda Türkiye’de belgesel denince akla ilk gelen isimlerden biri. Dünyayı gezdi dolaştı, filmler çekti. Birikimini şimdi de siz GazetePazar okurlarıyla paylaşacak. Daha ayağımın tozunu silemeden bu yazıyı kaleme alıyorum! Üç kıtayı kapsayan ve üç ay aralıksız süren uzun bir yolculuktan sonra, yeni dönmüş bulunuyorum. Gezi gerçekte sona ermiş olsa da, içinizdeki yolculuk öyle kolay bitmiyor. Siz daha uçaklara inmeye binmeye, şehir - köy, dağ bayır dolaşmaya devam ediyorsunuz. O renkler, kokular, içinizi karartan, aydınlatan, coşturan duygular ve o gözlerinize cümbüş yaptıran olağanüstü görüntüler!.. Hal ve tavrımızda bir gariplik seziyorsanız hiç şaşırmayın, her şey normaldir. Siz sadece, bir öğütme ve hazım dönemi geçiriyorsunuz. Benim gibi uzun yıllardır dünyayı dolaşan, ileri demeyim de katmerli olgunluk yaşında olan birinin, bazı avantajları olduğunu itiraf etmeliyim. Örneğin, kırk yıl önce yolculuk yapmak nasıldı, şimdi nasıl? Ülkeler, insanlar bu süre içinde değişti mi? Kırk yıl geriye gidelim, o devirde uçak yolculuğu bir ayrıcalık olup kendinizi sanki "uçağa binenler kulübü" üyesi hissederdiniz. Şimdiyse uçaklar daha çok kocaman dolmuşları andırıyor, kapıda bir "Hadi, Singapur bir iki!" diye bağıran değnekçi eksik... Doğal olarak çok şey değişti, teknoloji hızla kendini yeniliyor ama benim geçmişten unutamadığım görüntüler var. Örneğin, Laos Hava Meydanı’ndan kalkmakta olan pervaneli uçağın pilotunun, önünde otlayan inekleri kaçırmak için pencereden dışarı uzanıp, eliyle uçağın "kaportasına" vurması veya Hint Okyanusu üzerinde uçmakta olan köhne uçağın hostesinin, cankurtaran yelekleri dağıtırken, bunun yanında bir de keskin hançer vermesine hiçbir anlam verememiştim. Sorduğumda, kızcağız en masum tavrıyla "uçak denize düşerse, köpek balıklarına karşı" demişti. Eh.. doğru ya, yüzlerce köpek balığına karşı bıçaksız hiçbir şey yapamazdık.. Eskiden uçaklar ufak ama daha rahattı, şimdi ne kadar konforlu gözükse de sıkışık ve dar. Balık istifi "yüklenen" yolcular, neredeyse kucak kucağa oturur gibi. Hele önünüzdeki yolcu, yemek servisi sırasında tok olup arkaya yaslandıysa, sizin tepsiniz midenize dayanır! Uyanık ve uyuyan insan aynı değildir. Uyanık iken derli toplu, kibar olan yolcu uyurken ölçüleri kaçırır, kendi oturma sınırlarını aşar. Bir kez, yanıma Japon "Sumo" güreşçilerini andıran irikıyım bir adam düşmüştü. Normalde beni rahatsız etmemek için küçülen, büzülen adam, uyku bastırıp kestirmeye başlayınca, ufaktan bana doğru meyillenmeye yönelmişti ve sonunda adam başını getirip omuzuma dayamıştı. Bu "laubali" durumdan fena halde sıkılmış, ancak hostesle beraber adamı zar zor dikey pozisyona getirebilmiştik. Mikroskobik ülkeden, azman bir ülkeye, Hindistan’a geçelim. Kırk yıl önce ilk gittiğimde, bu ülkenin nüfusu 200 milyon civarındaydı. Her ziyaretçi gibi, Kalküta’nın sınırsız, acımasız sefaleti etkilemiş, fena sarsmıştı beni! Great Eastern Oteli’nden gece biraz hava almak için çıkmak istediğimde, yerde kaldırımlarda yatan yüzlerce insanın üstünden atlamak zorunda kalmıştım. Bir sokak lambasının ışığı altında, uzanmış kitap okuyan yaşlı adamı şaşkınlıkla izlemiş, merakımı gizlemeyerek adama yaklaşıp ne okuduğunu sormuştum. Adam beyaz sakalını sıvazlamış, gülümseyerek "Tagor" demişti. Yaşlı adam şiir okuyordu, Hindistan’ın Nobel ödüllü şairi Rabin Dranat Tagor’un şiirlerini... 99 sonbaharında uğradığımda, Hindistan’ın nüfusu 1 milyarı geçmişti. insanların yaşam koşullarında eğer bir fark olduysa, bu gözle görülür türden değildi. Geceleri, kaldırımlar gene kıvrılmış, iki büklüm vücutlarla doluydu. İnsanların yiyecek ekmeği yoktu ama, bu kez Hindistan’ın nükleer silahı vardı! © 2000 Milliyet

Hindistan’da değişen bir şey yok
Güneş Karabuda Güneş Karabuda Türkiye’de belgesel denince akla ilk gelen isimlerden biri. Dünyayı gezdi dolaştı, filmler çekti. Birikimini şimdi de siz GazetePazar okurlarıyla paylaşacak. Daha ayağımın tozunu silemeden bu yazıyı kaleme alıyorum! Üç kıtayı kapsayan ve üç ay aralıksız süren uzun bir yolculuktan sonra, yeni dönmüş bulunuyorum. Gezi gerçekte sona ermiş olsa da, içinizdeki yolculuk öyle kolay bitmiyor. Siz daha uçaklara inmeye binmeye, şehir - köy, dağ bayır dolaşmaya devam ediyorsunuz. O renkler, kokular, içinizi karartan, aydınlatan, coşturan duygular ve o gözlerinize cümbüş yaptıran olağanüstü görüntüler!..
Hal ve tavrımızda bir gariplik seziyorsanız hiç şaşırmayın, her şey normaldir. Siz sadece, bir öğütme ve hazım dönemi geçiriyorsunuz. Benim gibi uzun yıllardır dünyayı dolaşan, ileri demeyim de katmerli olgunluk yaşında olan birinin, bazı avantajları olduğunu itiraf etmeliyim. Örneğin, kırk yıl önce yolculuk yapmak nasıldı, şimdi nasıl? Ülkeler, insanlar bu süre içinde değişti mi?
Kırk yıl geriye gidelim, o devirde uçak yolculuğu bir ayrıcalık olup kendinizi sanki "uçağa binenler kulübü" üyesi hissederdiniz. Şimdiyse uçaklar daha çok kocaman dolmuşları andırıyor, kapıda bir "Hadi, Singapur bir iki!" diye bağıran değnekçi eksik... Doğal olarak çok şey değişti, teknoloji hızla kendini yeniliyor ama benim geçmişten unutamadığım görüntüler var.
Örneğin, Laos Hava Meydanı’ndan kalkmakta olan pervaneli uçağın pilotunun, önünde otlayan inekleri kaçırmak için pencereden dışarı uzanıp, eliyle uçağın "kaportasına" vurması veya Hint Okyanusu üzerinde uçmakta olan köhne uçağın hostesinin, cankurtaran yelekleri dağıtırken, bunun yanında bir de keskin hançer vermesine hiçbir anlam verememiştim. Sorduğumda, kızcağız en masum tavrıyla "uçak denize düşerse, köpek balıklarına karşı" demişti. Eh.. doğru ya, yüzlerce köpek balığına karşı bıçaksız hiçbir şey yapamazdık.. Eskiden uçaklar ufak ama daha rahattı, şimdi ne kadar konforlu gözükse de sıkışık ve dar. Balık istifi "yüklenen" yolcular, neredeyse kucak kucağa oturur gibi. Hele önünüzdeki yolcu, yemek servisi sırasında tok olup arkaya yaslandıysa, sizin tepsiniz midenize dayanır!
Uyanık ve uyuyan insan aynı değildir. Uyanık iken derli toplu, kibar olan yolcu uyurken ölçüleri kaçırır, kendi oturma sınırlarını aşar. Bir kez, yanıma Japon "Sumo" güreşçilerini andıran irikıyım bir adam düşmüştü. Normalde beni rahatsız etmemek için küçülen, büzülen adam, uyku bastırıp kestirmeye başlayınca, ufaktan bana doğru meyillenmeye yönelmişti ve sonunda adam başını getirip omuzuma dayamıştı. Bu "laubali" durumdan fena halde sıkılmış, ancak hostesle beraber adamı zar zor dikey pozisyona getirebilmiştik.
Mikroskobik ülkeden, azman bir ülkeye, Hindistan’a geçelim. Kırk yıl önce ilk gittiğimde, bu ülkenin nüfusu 200 milyon civarındaydı. Her ziyaretçi gibi, Kalküta’nın sınırsız, acımasız sefaleti etkilemiş, fena sarsmıştı beni! Great Eastern Oteli’nden gece biraz hava almak için çıkmak istediğimde, yerde kaldırımlarda yatan yüzlerce insanın üstünden atlamak zorunda kalmıştım. Bir sokak lambasının ışığı altında, uzanmış kitap okuyan yaşlı adamı şaşkınlıkla izlemiş, merakımı gizlemeyerek adama yaklaşıp ne okuduğunu sormuştum. Adam beyaz sakalını sıvazlamış, gülümseyerek "Tagor" demişti.
Yaşlı adam şiir okuyordu, Hindistan’ın Nobel ödüllü şairi Rabin Dranat Tagor’un şiirlerini...
99 sonbaharında uğradığımda, Hindistan’ın nüfusu 1 milyarı geçmişti. insanların yaşam koşullarında eğer bir fark olduysa, bu gözle görülür türden değildi. Geceleri, kaldırımlar gene kıvrılmış, iki büklüm vücutlarla doluydu. İnsanların yiyecek ekmeği yoktu ama, bu kez Hindistan’ın nükleer silahı vardı!