The Others Kadın deniz gibi mi?

Kadın deniz gibi mi?

02.06.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:

Kadın deniz gibi mi?

Kadın deniz gibi mi

       Wilson, Los Angeles ve Londra'da prömiyerleri yapılan, Philip Glass ile birlikte sahnelediği yeni operasında Mevlana divanını kullandı; Denizden Gelen Kadın'da ise, özgürlük özleminin tadını ney müziğiyle duyuruyor izleyiciye;

       Dünyadaki gibi Türkiye'de de tiyatro camiası Robert Wilson'u sevenler ve sevmeyenler diye ikiye bölündü galiba. Ama Pina Bausch'tan sonra kuşkusuz 10. Uluslararası Tiyatro Festivali'nin en önemli yapımıydı Denizden Gelen Kadın. Yeni operasının Londra prömiyerinin ardından, biraz alışveriş biraz da alkışlar için İstanbul'a sürpriz bir ziyaret yaptı Wilson.

       "Alice yatağına çekilmişti, çünkü hayat dayanılır gibi değildi; burada mesele hasta olmak değil, kadın olmak."
       Amerikalı yazar Susan Sontag "Alice Yatakta" adlı oyunu için böyle demişti birkaç yıl önce. Ve eklemişti: "Kadın olmak kolay değil."
       Geçen gece Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nde Sontag'ın Henrik İbsen'den uyarladığı "Denizden Gelen Kadın" oyununu Robert Wilson yönetiminde izlerken, bu sözler geldi aklıma.
       Kimi kadın yatalak olmakta bulur görece özgürlüğü, kimi kadın hasta olmakta, kimisi de hayallerinde.
       Ellida, denizle ve doğayla içiçe özgür büyümüş, ama sonra mecburen ilk uygun erkekle evlenerek tutsaklığa boyun eğmiş bir kadın. Onun kaçışı, kocasını denizle aldatmaktır; kocasından esirgediği bedenini hergün denize bırakıp yüzer ve günün birinde büsbütün denize dönmeyi düşler.
       Değiştiremediği koşullara karşı bir savunma olarak ruhunun bir yanını çevresine kapatmak, zayıf insanın en tipik stratejisidir aslında. Bizde de feodal koşullarda ezilen Anadolu kadınının susması, konuşmama yemini etmesi böyle bir edilgen, çaresiz direniş motifidir.
       İbsen'in bütün kadınları aynı çıkmazın içinde dönenirler; Hedda çareyi intiharda bulur, Nora çocuklaşarak evcilik oynar.
       Denizden Gelen Kadın'da ise Ellida, iki üvey kızını kurtarmaya çalışır; "Anneler ne ister? Kızlarının aynı hataları tekrarlamamasını. Ama İbsen'in çizdiği dünya acımasızdır; kadın dayanışması asla yoktur. Herkes kendi yolunu bulmak zorundadır.
       Böylesine kadın merkezli ama yine de erkek gözüyle yazılmış bir toplum eleştirisini, Sontag gibi tutarlı bir feministin nasıl "kadınlaştırdığını" ve bakış açısı ne kadar sıradışı olsa da yine erkek gözüyle Wilson'un nasıl yorumladığını gerçekten de merak ediyordum. Sonuç, bazı çekincelere rağmen, hiç de düş kırıcı olmadı.
       İbsen iki ruhlu bir yazardı; her öyküyü gerçekten belli insanların başına gelmiş gibi birebir anlatan natüralist yanı ile, bilinçaltına ve doğa üstü ögelere duyarlı simgeci yanı, en iyi oyunlarında birbirini besleyen, daha zayıf oyunlarında ise birbiriyle çelişen iki boyuttu daima.
       Sontag uyarlamasında gerçek insanları anlatma yanılsamasından tamamen sıyırdığı İbsen'i alabildiğine simgeci yanıyla, Freud'dan önce Freud'cu olmuş bir bilinçaltı gözlemcisi olarak sunuyor bize.
       İnsanların iç seslerini ve dış seslerini, iç yüzlerini ve dış yüzlerini ayırd etmemizi kolaylaştıran bir stilize tarz ve soyutlama kullanmış; gerçek diyalog yok, çeşitli diyalog olasılıkları var Denizden Gelen Kadın oyununda.
       Konuşulanların derinlerinde yatan alt - metinleri duyuyoruz hep; bilinçaltı her şeyden önce bir dildir demişti ünlü Fransız ruhbilimci Jacques Lacan. Kültür eleştirmeni Susan Sontag da bu yaklaşıma yabancı değil.
       Bastırılmış hınçların deniz kabukları kadar masum görünümlü ama kesici, kanatıcı yönünü öne çıkartmış metinde. Oyuna eklediği masal ve folklor ögeleri ise, tamamen İbsen'in ruhuna sadık, ama kadının tutsaklığının ne kadar eski bir uygarlık ögesi olduğunu canımızı acıtırcasına hatırlatıyor bize.
       İyi de, neden bir erkek yönetmen diye sorulabilir. Sontag, kendi yönetmediği oyunlarını hep erkek yönetmenlere emanet etti nedense; ama Robert Wilson onun amaçlarına gerçekten iyi hizmet etmiş, hatta katkıda bulunmuş gerçekten. Bir yazar - yönetmen ilişkisinden öte, tam bir işbirliği seziliyor oyunun bütünlüğünde.
       Oyunun ait olduğu kuzey coğrafyası Wilson gibi bir minimalist görsellik ustasının imgeleminde, tam anlamıyla mistik bir sonsuzluk alemine dönüşmüş; denizin gel - giti, suyun hayatı ve ölümü çağrıştıran simgesel gücü, doğanın cinsel ve yaşamsal ritmi oyundaki ruhsal dalgalanmaları adeta içeriden resimliyor.
       "Kadın deniz gibidir" belki basmakalıp bir tanımlama; ama bir tehlikenin yahut kötü bir düşüncenin, neredeyse bir ur gibi kumlardan püsküren kaya parçasıyla örtüşmesi; erkeklerin hep iskemle üstlerinde gemi kaptanı gibi nutuk atmaları; kadınların hep edilgen, yatar pozisyonlarda acı çekmesi, Wilson'un sadece renk, dekor ve ışık değil, beden dilindeki sözcük dağarcığının da ne kadar zengin olduğunu gösteriyor.
       Sontag, oyunun sonuna bir ilave daha yaparak, hem İbsen'den nihai "feminist" intikamını almış, hem de kadınlara ironik ve sert bir mesajı var.
       Tamamen iletişimsiz bir karı koca diyaloğuyla biten oyunun son sahnesinde, Ellida kaybettiği denizi (özgürlüğü) kazanmanın son çaresi olarak kocasını öldürmeyi tasarlıyor. Dominique Sanda gibi masumiyetle kötülüğü aynı yüzde bu kadar ustaca birleştirebilen bir oyuncu ancak iletelebilirdi bu ürpertici gerçeği.
       Kendisini almaya gelen yabancıyla kaçmaktan son anda vazgeçen Ellida, kocasının ona lutfedip "verdiği" sözde özgürlüğü kullanmayarak, kadının yarı - gönüllü bir kurban olduğunu, ama bunun bedelinin de ölümcül olduğunu hatırlatıyor bize. O kaptan, zaptettiği denizde bir gün boğulacak, biliyoruz.
       Wilson ise, genellikle özgürlüğü simgeleyen gemi yelkenlerini, tersine kadını engelleyen tehdit edici kanatlar yahut tutsaklaştıran ev duvarları gibi denizle arasına gererek, bu ironiye görsel bir derinlik katıyor.
       Sonuç olarak, İbsen'in bu uyarlamadan hem kazandığını hem de kaybettiğini söyleyebiliriz. Kaybediyor, çünkü İbsen'in insana "ben de buyum" dedirten ilik dondurucu çarpıcılığı, soyutlukta biraz erimiş; kazanıyor, çünkü aynı soyutlama, günümüz insanı için bu mesajı almanın belki de tek yolu.
       Wilson, Los Angeles ve Londra'da prömiyerleri yapılan, Philip Glass ile birlikte sahnelediği yeni operasında Mevlana divanını kullandı; Denizden Gelen Kadın'da ise, özgürlük özleminin tadını ney müziğiyle duyuruyor izleyiciye; çağdaş tiyatronun yaramaz çocuğu, Türkiye'ye gelip gittikçe, tasavvufa mı merak sardı dersiniz? Lütuf Canavarları operası eleştirmenlerden tam not aldı; geçenlerde antika alışverişi için İstanbul'a uğrayan Wilson da, alkışları kabul ederken, izleyiciden tam not almış gibiydi. Ama gariptir, Denizden gelen kadın'ın en uyumsuz yanı, o ney müziğiydi sanki...