Kültür Sanat Vakitsiz ölen bir dost

Vakitsiz ölen bir dost

20.07.2010 - 22:34 | Son Güncellenme:

Kitaplarıyla, makaleleriyle ve aralarında Milliyet Kitap’ın da bulunduğu eklerde, dergilerde yayımlanan yazılarıyla ‘felsefe gözlüğüyle edebiyat’a ışık tutan Füsun Akatlı, 4 Temmuz’da yaşamını kaybetti.

Vakitsiz ölen bir dost

Güvenin, bilgenin, dürüstlüğün, dik duruşun kızı füsun akatlı vaktinden önce aramızdan ayrıldı. felsefi temelli zengin donanımıyla bizlere katacağı çok şeyler vardı olmadı.
el attığı bütün disiplinlerde, tiyatro, eleştiri, deneme, felsefi yazılarında yazınsal değeri önde götüren ince üslup sahibi ender yazarlardandı. tiyatrodaki başarılı çalışmaları yeditepe üniversitesi’ndeki boşa giden kayda değer emekleri de bilinmektedir.
füsun akatlı, 1950 sonrası edebiyat eleştirisi dünyamızın ezberleri karşısına, nazik bir öğretici dille yerleşerek hümanizmin ne olup ne olmadığını tartışan bir seri yazı yazdı.
gözyaşları, coşkunluklar içinde insan sevmenin ‘philanthropisme’ olduğunu, insanın, “ne için sevileceği ve sevilince ne yapılması gerektiği konusunda bilinçlendirilmedikçe” hümanizmin, hümanizm olmaktan çıkacağını yazıyordu. sanırım bu onun yaşamında hiç unutmadığı etiksel bir yasadır, ‘bilinçlendirmek’.

Ülkesi adına sorumluluk
o günler benim için füsun akatlı’yı tanımak, eleştiri dünyamızda özlediğim yeni algıların, yeni anlamların müjdecisi oldu ve arkası da geldi. olağanüstü hızlı yüksek zekası, abartısız kullandığı alçakgönüllü düşünce dünyasından fışkıran adalet duygusuyla sık sık buluşmak ülke adına da mutluluktu.
1968’de “gecede” kitabım çıktığında ve çevremde kimi muteber eleştirmenlerin cadı kazanı kaynattıkları günlerde, kitabı “öykülücüğümüzün mihenk taşı” diye nitelemesindeki cesaretini anmadan geçemeyeceğim... üstelik o cesaret gelip geçici değil hayatın temel alanlarında sonuna kadar taşıdığı, karakterinin soylu erdemiydi.
birçok arkadaşımız onun sanatsal değerleri üzerinde yazdılar ve yazacaklardır ancak benim üstünde durmak istediğim başka bir şey daha var. bu pırıl pırıl insanı en verimli döneminde erkenden bizden ayıran ne idi? kanser!
biz insanlar adı şu ya da bu olan bir hastalıktan ölüyor, öleceğiz.
füsun akatlı da adı kanser olan bir şeyden öldü ama, kanserden ölmedi!
füsun, ülkenin tüm gerçek aydınları gibi kendilerine rahat huzur yüzü göstermeyen sistemin, o sistemin amansız güçlerinin verdiği yorgunluktan, bu toplumun içine düşürüldüğü yeni orta çağ kafasını seyretmekten öldü; ülkesi adına duyduğu sorumluluktan ve üzüntüden öldü.
sıvas’ta ilk eşi, biricik zeynep’in babası metin altıok’la birlikte yakılan 37 cana reva görülen müslüman(!) vahşetine dayanamadığı için de öldü.

Ödün vermedi
yargısız infazları seyretmekten, çorum, gaziantep, maraş olaylarını seyretmekten, ülkenin başını durmadan belaya sokan yeminli bir grup tüccar çetesine, din sömürücülerine dayanamadığından yani, kanser adını almış, nerede ise tüm ülkede metastas yapmış olan yozlaşmaya, çürüyüşe dayanamadığından da öldü. bu dediğim kimilerince ‘kader’ diye bilinir. ‘kader’in doğru yanı türkiye’de doğmuş olmanın zorunlu sonucu anlamına gelir. tıpkı maden kazalarında, trafik kazalarında, tersanelerde, kot taşlamada, çocuk istismarında, kadın katilliğinde, savaşta, hrant dink kaderiyle ölmek gibi ve her adaletsiz ölümde farkında olmadan hepimizin her gün biraz öldüğü gibi.
elbette sevgi dolu ve derin hoşgörü sahibiydi füsun, ama hangi insan o canavar yangıncıları unutabilir ki?
üstelik daha dün halâ ‘madımak otelini’ müze yapmaya yan çizen, “koskoca beş katlı han nasıl müze olur!” diye diretenleri dinlerken! orada 37 can yanarak kül oldu; hanın 37 odası var mı bilmiyorum. varsa her bir cana bir oda düşecek demektir! peki, hangi ana baba evladını bir hana kurban eder?! ‘hapur hupur zincir dükkanları’nın sahibinin anası mı, ‘gemicik’ sahibi çocuğun ebeveyni mi yoksa ötekilerinki mi? masal değil; evladımız, kardeşimiz, eşimiz, dostumuz yakıldı. her şey gözlerimizin önünde oldu: içeride alevler, dışarıda “tekbiiir” sesleri! askerin geri çekildiği, zamanın tekinsiz başbakanı çiller’in “çok şükür halkımızdan burnu kanayan olmadı” diye utanmazca demeç verdiği, bizlerin seyretmekten başka bir şey yapamadığımız bir utanç, ilkellik, alçaklık trajedisi yaşadık. nasıl unutulabilir ki!
evet, akatlı elbette hoşgörülüydü. en değerli felsefe hocalarımızdan nusret hızır’ın, ioanna kuçuradi’nin öğrencisi elbette ayrımcılık bilmedi; her kesimden sevdiği dostları vardı. ama peygamber de değildi, insandı; öfkeyi de, nefreti de, dargın olmayı da, taraf seçmeyi de bilen bir bireydi. böyle olması, ‘kendiiçinvarlık’ aşamasını engelleyen bir durum da değildir. evet, yasak taşıyıcı olmadı ama ödün vermeyen ahlaki duyarlığın taşıyıcısıydı. otoriteye, zincirinden boşanmış yeni tiranlara karşı sürekli mücadele içindeydi, çünkü ‘otoritenin’ halkın ‘ötekisi’ olduğunun bilincindeydi.

Bilge nüktedanlık
sevgili füsun’la ve sevgili tomris uyar’la, onlarla ve başka dostlarla tuzla’da, bodrum’da, istanbul’da başka mekanlarda bir arada unutulmaz güzellikte anılarımız var. bir süre onun ve zeynep’ciğimin rehberliğinde paris’te güzin dino’nun ve başka dostların eşliğinde birlikte olduk. gezdik dolaştık, eğlendik. gün geldi ben o bilinmez hastalıktan çapa’da yatarken gene füsun ve sevgili zeynep kan vermeye hastaneye koştular öylesine de vefalı bir dosttu.
ve yıllardır her görüşmemizde, her fırsatta, her telefon konuşmamızda bu ülkenin temel meselesinin ne olduğuna kafa yorduk.
son zamanlarda ikimizin de sağlığı bozuktu daha çok telefonla tartışıyorduk ve sonuçta kısaca şu noktada karar kılıyorduk: hani hitler, “bana on yıl verin size tanıyamayacağınız bir almanya vereyim!” demişti ya, türkiye de öyle bir süreçten geçiyordu! hitler’in hayal ettiği cennet vatan, yahudilerden arınmış almanya idi! biz de buranın yahudileriydik; solcu, ulusalcı, yurtsever, cumhuriyetci, laikci, çağdaşlık yanlısı, aydınlanmacı şucu bucu diye dışlanan kesim!
bu konuşmalarımız asla üzücü, ağlamaklı bir havada geçmez tersine, o bilge nüktedanlığıyla işi mizaha çevirir telefonu neşeyle kapatırdık. zaten içinden geçtiğimiz bu sürecin kalıcı olmayacağına hep inandık.
ve zeynep! artık hepimizin biricik kızı sevgili zeynep!, öyle bir anneyi yitirmenin tesellesi olamaz biliyorum ama insan olma çabamızda başka bir çağdaş felsefecinin, cioran’ın dediklerini hepimizin tekrar tekrar düşünmesi iyi olur derim.
“Kişi bir peygamberin pençelerinden kolay kolay kurtulamaz... İster sema adına, ister site veya başka bahaneler adına sesini yükselttiğinde kaçın ondan: Yalnızlığınızın satiridir, onun hakikatlerinin ve taşkınlıklarının berisinde yaşamanızı affetmez; histerisini, varını yoğunu onunla paylaşmanızı ister; bunu size dayatmak ve sizi tanınmaz hale getirmek ister” (E.M.Cioran, “Çürümenin Kitabı”, Metis.) n